Okumaya başlamadan küçük bir uyarı; bu içerik, Can Kozanoğlu tarafından kaleme alınan Cilalı İmaj Devri: 1980’lerden 90’lara Türkiye ve Starları isimli eserin bir incelemesidir ve “spoiler” içerir. Eseri henüz okumadıysanız ve okumayı planlıyorsanız, o güzel ilk karşılaşmanın bozulmaması adına bu yazıya göz atmayı biraz daha sonraya bırakabilirsiniz.
Can Kozanoğlu tarafından kaleme alınan, 1992 yılında yayımlanan Cilalı İmaj Devri: 1980’lerden 90’lara Türkiye ve Starları adlı eser, Türkiye’nin 80’li yıllarının ortalarından 90’lı yıllarına kadar geçen süre içerisinde ki değişimini, yeni düzenini konu alır.
Kozanoğlu’nun en büyük itirazı, ayrımcılığın reddine ve insanın “onur” kavramınadır ki eserini “Her şeyin başı onur çünkü. “sözleriyle 12 Eylül günlerinde hatırı sayılı bir kişi olmasına rağmen, yargılanan oğlu için ayrıcalık talep etmeyen Hasan Esat Işık’ın anısına armağan eder.
Hasan Esat Işık
Eser ile ilgili kuşkusuz en dikkat çekici ve en derin nokta, eserin adıdır. Kozanoğlu “Cilalı İmaj Devri” derken; sadece kapakta yer alacak bir kelime öbeğinden bahsetmez, eserin içeriğini de betimleyecek bir ayrıntıya parmak basar. Parmak basma sürecini ise hepimizin aşina olduğu bir dönem olan Cilalı Taş Devri ile oldukça zekice bir kelime oyunu yaparak yönetir. Cilalı Taş Devri olarak bildiğimiz dönem insanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır. Neolitik Devrim olarak adlandırılan ve insan topluluklarının yaşam stilinde köklü bir değişikliğe yol açan bu dönemde; insanlar göçebe yaşam şeklinden yerleşik hayata geçmiş, kullandıkları aletleri geliştirmiş, evler inşa etmiş, ticari faaliyetler ile kendilerini göstermeye başlamışlardır. Bu eski günlerden, eserde bahsedilen yakın tarihimize doğru sayfaları çevirdikçe görüyoruz ki bahsi geçen yıllarda yine aynı şekilde toplum hayatımız değişmiş, kullandığımız aletler gelişmiş, evler inşa etmişiz, ticari faaliyetlere başka bir pencereden bakar hale gelmişiz… Kozanoğlu yakın tarihimizdeki bu değişimi imaj değişimi olarak ifade etmiştir ki bu ifade şeklinin aslında ne kadar doğru ve can alıcı olduğunu günümüzde çok daha açık bir şekilde görebiliyoruz. Görünüşümüzü değiştirmek, başka insanlarda başka izlenim bırakma çabalarımız size de pek uzak gelmese gerek…
Kozanoğlu’nun kendi kaleminden çıkan şu cümleler aslında dönem ile ilgili düşüncelerini oldukça açık bir şekilde biz okuyucuya sunmaktadır; “İnsanların düşünce ufkundan konuşma biçimlerine, kılık kıyafetlerinden sanata bakışlarına kadar her şey, körü körüne inandıkları ideolojilerin denizinde yutulup gitmişti yıllarca, geriye insan üretiminde kullanılan eski kalıplar kalmıştı. Yıllarca aynı sorular soruldu, hep böyle yaşandı. Günlük konuşmalar birkaç kalıba sıkıştı kaldı. Zevkler, bireysel tercihlere göre değil, iletişim kanallarından püskürtülen standart statü sembollerine göre oluştu. Çokseslilik ambalajındaki tek tip ideolojiyi tüketmeyenler, marjinalliğe mahkum edildi, kamuflaja uğratıldı. Kazanamama ve kaybetme korkuları, her şeyin üzerine çıktı. Anında görüntünün hızı, zaman dilimlerine yayılmış gerçekleri perdeledi. Öylesine akıp giden yıllarının, hala başkalarınca seslendiriliyor olmasından rahatsızlık duymadılar. Seslendirme karargahlarının kadro, mobilya ve teknoloji yenilemelerinden ibaret bir değişim uğruna, yazık edilmedi mi yani onca yıla? “ Bu cümleleri eserin sayfalarına yayarak biraz daha detaylı incelemek gerekir ise, Kozanoğlu; bu süreçte siyasetçisinden sanatçısına, sporcusundan gazetecisine, “Yuppie”sinden köylüsüne toplumun her bir yapısına birkaç eleştiride bulunmuştur. En genel kapsamda toplumun bütün kesimlerinin öyle ya da böyle, bir şekilde imajların motoruyla yol alan eğilimlere sahip olduğundan bahseder yazar. Peki nedir bu imaj motoru? Kozanoğlu’na göre dönemin insanı imajla ölçülür hale gelmiş, getirilmişti. İnsanların yedikleri yemeklerden ağızlarından çıkan kelimelere, dinledikleri müziklerden okuduklarına, giyinmelerinden yaptıkları faaliyetlere kadar günlük yaşama, hayata dair her şey imajlarla belirlenir olmuştu. “Bu gerekiyor” düşüncesiyle üretilen ve tam gerektiği anda gerekeni yapmak üzere devreye sokulan her şey revaçtaydı. Bu süreç yeni düzen adına dünyada uygulanan pazarlama stratejilerinin Türkiye’ye uyarlanmış haliydi yalnızca. Yazara göre dönemde “in“ ve “out” sayılan kavramlar, “mış gibi yapmak” ile birleşir ve ortaya bir nota ondan bir nota bundan şeklinde akıllıca örülen imajlar ortaya çıkar. Kozanoğlu bu örgüyü o dönemde halka mal olmuş, on bir kişi üzerinden bize sunar. Bu on bir kişilik örgünün, tığa geçirildiği başlangıç noktası ise 8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dır. Kendi kaleminden Turgut Özal’ı “Özal, itibarı geri alınmış bir ifadeyle burjuvazinin, ABD’nin ve emperyalizmin adamıdır. “ifadesiyle tanımlar. Turgut Özal bize lider imajını simgeler. Kozanoğlu bu lider imajını genel çerçeve olarak “yırtma” sözcüğü üzerinden akabinde ise bu sözcüğün zeminini oluşturan İngilizce, bilgisayar, korku ve hayal kavramları üzerinden eleştirmektedir. Yazara göre Özal; minimum efor ile maksimum iş yapma çabalarının ön planda olduğu dönemin, teknoloji çağının lideriydi. Bilgisayar kullanan, bilgisayarların nimetlerini övmekle bitiremeyen bir lider. “Koşuşturmak yerine telefon konferanslarını yeğleyen biri…” der Kozanoğlu Özal’a. Bilgisayar sayesinde “yırtmak” onun döneminde hemen herkesin kafasının içinde yatan plandı. Aynı şey İngilizce için de söz konusuydu. Türkçeyi küçük İngilizce darbeleriyle katletmiş, İngilizce bilmeyi bir ayrıcalık, statü konumuna getirmiştir. “Özal, Türk halkının yabancı dil saplantısını iyi yakalamış ve yırtma umuduna giden yolun bir bölümünü İngilizce taşlarıyla döşemişti.” Yani en başa döner isek; gerekeni, gerekli zamanda devreye sokmuştur. Kozanoğlu’na göre Türkçeyi 300 sözcükle konuşup 200 sözcükle yazabilen insanlar, düşleri gerçekleşmedikçe suçu hep İngilizce eksikliğine yüklemişlerdir. İngilizce ve bilgisayar kullanarak yırtabileceğini zanneden insanlar durumun bu iki olgudan ibaret olmadığını anladığı zaman Özal dilinden düşürmediği cümlelerini söylemeye başladı. “Uyarıyorum yanlış yapmayın. “ , “Benden söylemesi.” Yazara göre bu cümleler açıkça tehditlerdi. Tehditlerini öyle stratejik bir şekilde ortaya attığını da ekleyen Kozanoğlu bu cümlelerin ışığında insanların hayalleri ve eskiye dönme korkularıyla yaşadığını ifade etmektedir.
Turgut Özal
Örgünün ilk çentiği, ikinci imaj ise; çağdaş politikacı imajıdır. Bu imajı Kozanoğlu Mesut Yılmaz üzerinden eleştirmektedir. Yazara göre Mesut Yılmaz gerçek bir kişilik değildir. Bu düşüncesinin neticesinde Yılmaz’ı neyin gerektiğine karar vermekten uzak, “böyle biri gerekli “düşüncesine hizmet eden bir üretim olarak tanımlar. Bahsi geçen dönem zarfında imajlar üzerine kurulu bir hayatın yaratılmasında medyanın rolü paha biçilemezdi, Mesut Yılmaz ise bu tablonun vitrininde sadece bir görüntüden ibaretti. Kozanoğlu’na göre Yılmaz aslında o kadar da özel bir üretim değildi, ona benzeyen, yabancı dil bilen, 50 yaşın altındaki herhangi bir ANAP’lı da değişim konfeksiyonun atölyelerinde üretilen tek tip elbiseyi giyme şansına sahipti ancak piyango ona vurmuştu. Dünyayı medyanın ürettiği gözlüklerle izleyen genç kuşakların oy potansiyeli düşünülünce gençlik ve dinamizm altı çizilmeye değer bir olgu haline gelmişti ve Yılmaz bu noktada devreye sokulmuştu. Yazarın kendi sözleri ile “Eee, kim olacak yeni değerler ve yeni vitrine uygun parti başkanı? O zaten belli, standartlara uyan biri. Hani Tevfik Güngör’ün çizdiği standartlar var ya: Antep’te Antep işi değil, İstanbul’da balık yiyen, yabancı dil bilen ve en önemlisi, “muhafazakar partili eşraf” ile dostluk etmek yerine “İstanbul’da iş adamları ve gazeteciler ile dostluk eden”, genç politikacı Mesut Yılmaz…” Yılmaz’ın aslında söyleyecek pek bir sözü yok ancak bu suskunluğunun kılıfı zaten kendisiyle birlikte üretilmişti: Ciddi devlet adamı. Yılmaz’ın aslında pek gülümsediği de yok. Oysa üretilen imajının taslağına göre gülmesi gerekiyor. Büyük uğraşlar sonunda gülümseme de onun için üretiliyor. Kozanoğlu bu konuya dair belki de eser boyunca kaleme aldığı en anlamlı sözleri bize sunuyor, “Gariban İnönü yirmi dört saatin yirmisinde gülüyor ama ona yüz veren yok. Mesut Yılmaz öyle güzel gülüyor ki.” Yazar imajını kazıyınca, aile ve iş ilişkileriyle biçimlenmiş gerçek bir Yılmaz’a rastlamanın mümkünlüğünden bahsediyor ancak bilmiyoruz ki Mesut Yılmaz bamya sever mi sevmez mi?
Mesut Yılmaz
Örgünün şekillenmeye başladığı, göze aşina hale geldiği nokta, İbrahim Tatlıses üzerinden sunulan gariban imajı olsa gerek. İbrahim Tatlıses biz yeni nesil için de hatırı sayılır bilinirlikte bir sanatçıdır. Kozanoğlu ise onun doğuşunu, Kürtlerin toplumsal yükselişinin bir simgesi olarak tanımlar. Gurbetçilik tarih sayfalarının hemen her noktasında farklı tanımlarla da olsa karşımıza çıkan bir olgu. Ancak gelelim ki sanayileşme ile gurbetçilik farklı bir boyut kazanmış, damlayan musluk sonuna kadar açılmıştır. Büyük şehirler ise bu musluğun altında şekillenen yapılar halini almıştır. Sanayileşmenin en büyük değişimi ortaya çıkan işçi arayışıdır, göç edenler ise bu arayışın direkt muhatabı konumundadır. İş arayışı neticesinde ise yerleşim yeri sıkıntısının gün yüzüne çıkması kaçınılmazdır. En başta bahsini ettiğim, yeni evler yapma durumu ise tam burada gündeme geliyor. Gecekondulaşma… Kozanoğlu şu sözlerle açıklıyor bu yeni yapılanmayı; “O mahallelerde oturanlar, kent yaşantısındaki üretimden paylarına düşünle geçinmeye çalışan insanlar. “Ama imajların yönettiği çağın gereği onlar adına üretim son sürat gündeme koşuyor, İbrahim Tatlıses ise tam da bu noktada rolünü üstleniyor. Tatlıses döneminde göçlerin devamlılığı toplum yapısında büyük değişikliğe sebebiyet veriyor. Bir tarafta köyden kente gelen halk, diğer tarafta kentte yer edinen köylüler ve tam ortada ise kentin asıl sahipleri… Umut, umutsuzluk, isyan, boyun eğme, İngilizce, Türkçe, lahmacun, fried chicken, Adidas, devrim, İslam, kara sevda, hoşlanma, manita, kara toprak… Her şey var. Arabesk ise tam da bu kavramların arasında dinamik hayat hikayesine başlıyor. Tatlıses üzerinden bakıldığında bu kavramların hepsi açısından üretim sağlamak mümkün. Kozanoğlu’na göre kaset piyasasındaki bir yüz fantezi bir yüz halk müziği formülünün babası olabilecek potansiyelde İbrahim Tatlıses. Tatlıses tabanca taşır, vurulur, gözaltına alınır, hayatın tam ortasına düşer. İngilizce birkaç kelime ekler şarkılarına, ithal yaşama göz kırpar. En önemli davranışı ise kıroluğudur. Kendinden olana zirveye ulaşmanın mümkünlüğünden bahseder, kökenleriyle eğlenmenin kapısını açar. İbrahim Tatlıses’in bu halleri üretim mantığının içerisinde kendine hemen yer bulur. Öyle bir üretim yapılır ki ondan dönemin insanı onunla, Kürt aksanı ile güldürülür hale gelir. Bu üretim bu tüketime ne kadar dayanır bilenmez ancak Kozanoğlu şöyle der; “İbrahim Tatlıses bir ses, ama ne ses…”
İbrahim Tatlıses
Yavaş yavaş örgünün ne olacağı kafamızda şekillenmeye başlamış iken, detaylara dikkat etmenin faydasını, dördüncü imajımız olan yok sayılan insan imajı ile görüyoruz. Bu imaj bize taktir edersiniz ki Ahmet Kaya’dan başkası üzerinden sunulsa bu kadar güzel canlanmazdı gözlerimizin önünde. Ahmet Kaya’nın gittiği yola bir kez olsun uğramayan yoktur aramızda. Kozanoğlu onun sanatına; yok sayılan insanların, yok sayılan bir eğilimin müziği şeklinde hitap eder. Onun zamanında yoksulluk tabana yayılmış durumda ancak edebiyatını yapmak ise yeni bir olgu. Gecekonduların kapısını araladığınız da karşınızda dimdik duruyor yoksulluk. Yoksulluk mensuplarının “yırtma” hayalleri yok, onlar çağdışı, “out” insanlar. Ve onlar geleceğe dair umut bulmak için bir dönüm noktası bekleyen insanlar. Ahmet Kaya’nın müziği ise bu dönüm noktasının müziği aslında. Yoksulluğun, ezikliğin, kırıklıkların sesi… Onun müziği gecekondulara dağıtılan yeni bir kimlik. Umutlu yarınlara, aşklara, yenik dün şarkılarına inat onun müziği hapisten çıkacak adamların müziği. Onun müziği duvarlar konuşuyor anne siteminin müziği… Kıro olgusunu doldurmayan bir ses. Kozanoğlu’nun da ifade ettiği gibi kolay mı tüm iplerin ele geçirildiği dönemde birilerini rahatsız etmeyi başarabilmek?
Ahmet Kaya
“Mış gibi yapmak” nasıl bir imaj olabilir sorusuna günümüzde ördüğümüz gerçek olmayan kimliklerimiz ile cevap vermek daha kolay olabilirdi aslında ama dönelim yakın tarihimize, yeni yeni örmeye başladığımız örgümüze. Kozanoğlu bu imajı bize Mustafa Denizli üzerinden aktarmıştır. Mustafa Denizli hepimizin bildiği üzere kendi döneminde bazı kapıları bazı noktalara aralayan bir teknik direktör, bir futbol hocası. Denizli’nin Denizli olduğu zamanlarda Türkiye’nin kapıları aralandı, vitrinlerde bir değişikliğe gidildi. Mağazanın içinde değil de vitrinde ne olduğu önem kazandı. Avrupa’ya karşı güzel bir hazırlık yapılması gerekti onun döneminde. Türkiye’nin dış tanıtımı… Taktir edersiniz ki bu hazırlık tek bir üretim atölyesinde yapılmaya çalışılsa yetişmeyecekti, tüm halk kendi “mış gibi”lerini yaratmaya başladı. İnsanlar “mış gibi”lerini yarattıktan sonra ise topluma karıştırabilecek olaylar, durumlar aramaya başladı. “Event”ler üretildi. Mustafa Denizli ise; dışa açılan vitrin çalışmalarını “event” ler ile birleştiren insanlar arasında en ön tarafta yerini alır, Almanya’ya Türkiye üretimi “mış gibi”lerden inanç götürür. Kısa bir süre için de olsa Türk halkına Kozanoğlu’nun sözleri ile “Avrupai mallar üretiyoruz.” dedirtir. Peki ya sizce önemli olan Türkiye’de şampiyon olmak mıdır yoksa Avrupa’da final oynamak mı?
Mustafa Denizli
Örgümüze birazcık aşk eklemenin zamanı gelmiş iken Mustafa Denizli’den aldığımız pası Sezen Aksu’ya atıyoruz. Sezen Aksu gerçek sevgili imajının muhatabı olarak çıkıyor karşımıza. Sezen Aksu – ki biz ona artık “Minik Serçe” diyoruz- günümüzde bile aşk denildiğinde ayaklarımızın bizi götürdüğü müziğin sesi. Onun Minik Serçe olma yolunu döşeyen taşların en başında dönemin değişen sinema anlayışı yer alıyor. Kozanoğlu’nun sözleri ile “Ağlatan aşk filmlerinin boşalttığı gözyaşı çukurlarında Sezen Aksu var artık.” Yaşanan aşk ilişkilerinin biçimi, özlenilenin özleminin değiştiği günlerdi o günler. Çok fazla değişiklik… Bu değişikliği üretebilen kazanacaktı, Sezen Aksu hemen harekete geçti. Dönemin sinema sanatçılarının tüketiminde özdeşleşme üretimi ön plana çıkıyordu. Halk ben de yaparım umudu besleyemediğini göz ardı ediyor, kendisi ile özdeşleştirebildiğine yöneliyordu. Sezen Aksu ise tam da bu noktada toplumda büyük bir boşluğu doldurmaya başladı, “Gerçek sevgili nasıl olunur?” u gösterdi. Gerek fiziksel görüşünü olsun, gerek konuştuğu dil olsun tüm kadınlar onda kendinden bir kesit görebiliyordu. Kadınlar onun yaşadığını ben de yaşarım diyebiliyor, erkekler ise yarattığı beni küçümsemez, beni terslemez izlemine tav oluyordu. Sezen Aksu bu eğilimleri kendi sesi, bedeni üzerinden çok iyi üretti ve kullandı. Kafasına gökten elma düşen sadece Isaac Newton mu sanıyordunuz? Sezen Aksu, Newton’dan aşina olduğumuz düşen elmanın, en güzelini, en kırmızısını yakaladı. Hala elinde tuttuğundan bahsetmeye bile gerek yok sanırım.
Sezen Aksu
Örgümüze siyaset ekledik, sanat ekledik, aşk ekledik ama bir şey unuttuk. Peki, ne unuttuk? İş hayatı mı acaba diye hayıflanırken Kozanoğlu imdadımıza yetişiyor ve “Yuppie” imajı ile Leyla Alaton’u biz okuyucusuna sunuyor. “Yuppie” kelimesini günümüzde biz gençler sevinme ifadesi olarak kullanıyor olsak da aslında kelimeyi topluma kazandıran duygu farklı bir duygu, farklı bir üretim. Medyanın hayatımıza son sürat girişinin “start çizgisi” Yuppie kavramının doğuşundan güç alıyor dersem sanırım yanılmış olmayacağım. Medya kanalları aracılığıyla o dönemde öylesine bir gençlik çizimi yapıldı ki Kozanoğlu’nun deyimiyle yuppielik, gençliğin yaşamı ve görüş biçimi haline getirildi. Oysa yuppielerin yaşamı saf bir yaşam bile değil. Patron çocuğu olmak bu kavramı taşımak için bilet görevi görüyor, asansör kullanılarak çıkılan hayat katları ise üretime hizmet ediyor. Paraya ve güce tapmak, pahalı yerlerde boy göstermek, lüks arabalara binmek, konforlu evlerde oturmak ise yuppielerin boşa harcayamayacak kadar kıymetli zamanlarının belirleyicileri. Kozanoğlu’nun kalemiyle “business” a adanmış gençlerin en büyük statü temsili servet sahibi olmak. Yabancı dil bilmek zaten çok önemli bir olguyken bu zaman aralığında övgülerin neredeyse tamamı bu olgu üzerinden yapılıyor. Babalarıyla yükseldikleri konumlarında babalarını geri plana, yol göstericiliğe doğru itmiş, kendileri rol dağılımında en tepeye oturmuşlardı. “In ve out” ları artık onlar belirliyor, büyüyü onlar yönetiyordu. En önemli olay ise “in” kalabilmekti kuşkusuz. Leyla Alaton ise bu “in” kalma olgusuna başka bir boyut kazandırmış, kendisini dönemin yuppie sayfalarına “Sosyal Yuppie” olarak kazımıştır. Sosyal dernekler, eğlenceli geceler, iş dışında olduğunu ifade ettiği oysa işle ilgili “PR” faaliyetleri… Radikal yanı da vardır Leyla Alaton’un; kısa saçları. Feminizm ise dilinden düşmeyen bir kavramdır. Hayatına anlam kazandıran ütopyası ise Alarko’yu dünya borsasına sokmak, bir yattan Alarko’yu yönetmektir. Kozanoğlu’nun ifadesi ile göz bebeklerinde “business” yazan insanlar hala aramızdalar ancak Leyla Alaton ve arkadaşlarından özür dileyerek, biz onlara artık “Yuppie” demiyoruz.
Leyla Alaton
Her kesimden imaj olur da aydın imajı olmaz mı? Bir aydının dokunmadığı bir örgüden çıkan ürün ne kadar ürün denmeye layık olabilir ki? Kozanoğlu bu imajı biz okuyucusuna Engin Ardıç üzerinden aktarmayı tercih etmiştir ve sözlerine şöyle başlamıştır; “12 Eylül’de en ağır tokadı onlar mı yedi? Hayır… 12 Eylül en çok onları mı şaşırttı? Belki… 12 Eylül’ü izleyen yılların kıvrımlı yollarına, dil ve kalem kıvraklığıyla en rahat onlar mı uyum sağladı? Evet…” Kozanoğlu bir grup aydın olarak tanımlar bu sözlerinin muhataplarını. Bu grup aslında sayıca kalabalık teşkil etmiyorlardı ancak iletişim kanallarında ses menzili yüksek konumlara sahiptiler. Kendi tarihlerini bu konumlarıyla kendileri yazdırlar. Küfür ettiler, bir noktada tatmin olacakları düşünüldü ancak sakinleşmek yerine daha da asabileştiler. İlk sorunlarını Cumhuriyet kültürünü yaşatmaya çalışan aydınlarla yaşadılar, küfür ittifakı kurdular. Arabeske, kebaba, lahmacuna, kente yeni gelen kuşaklara hareketler yağdırdılar. Bu anti-arabesk yaklaşımlarının sonucunda nostalji modasını ürettiler. Nostalji edebiyatının büyüsüne kapılanlar, bilmedikleri, yaşamadıkları dönemleri hasretle anar oldular. Eski İstanbul ilişkilerini, aşklarını, gizemini tekrardan ürettiler. Akabinde gelişen olayların manalarıyla ilgilenmediler, zaten ilgilenmeleri de gerekmiyordu. Onlar tarihle oynarken malum devir hızlı tüketim devri, nostalji eski tüketilirliğini kaybetti ve aydınlar aktif politikaya atıldılar. Hemen hemen benzer şeyleri söylediler, benzer çelişkilerle var oldular. Kozanoğlu’nun dediği gibi ellerinde saptırma ustalığı gibi bir silah vardı ve devir onların devriydi, hiç zorlanmadılar. Sayfalar dolusu sesin aynılığından kimse şüphelenmedi. İmajların gerçek olguları örttüğü dönemin havasına kapılmışlardı, öz olanı ellemek zorlarına gidiyordu. Engin Ardıç da bu aydınların vasat eğiliminin bir simgesi der Kozanoğlu, öylesine bir simge.
Engin Ardıç
Örgümüz bitmek üzere ve yapılması gereken tek bir şey kaldı; ürünümüzü duyurmak. İş duyurulmaya gelince karşımıza gusto imajının çıkması ise kaçınılmaz. Bu imajın anlatıcısı ise Zafer Mutlu. Sabah Gazetesi’nin yayın yönetmeni… Konuları ise yeni dünya düzeni, serbest piyasa ekonomisi, globalleşme ve ideolojilerin ölümü. Bakıldığında şu ana gelene kadar konuştuğumuz her şey… Değişenleri, aslında değişmeyenleri, değişim adına pazarlananları, tüm yeni değerleri, rüzgarın yönündeki eğilimleri onun yönettiği sayfalarda bulmak mümkün. Sabah Gazetesi adına tercihleri belirleyen Mutlu, tüketime dayalı statü sembollerini ön plana çıkardı. “Ne kadar maddi güç, o kadar statü” döneminde, başkalarının zenginliğini överken, kendisi de tirajıyla övündü. Ev, araba dağıtıp imaj pazarlamanın yanı sıra haftalık eklerinin her birine İngilizce isimler vererek dönemin kalbine dokundu. Ne yapsaydı ki zaten Zafer Mutlu, başlığa mı kupon koysaydı?
Zafer Mutlu
Örgümüz bitti ve artık onu kullanması için teslim edeceğimiz bir birey imajına ihtiyacımız var. Dönem içerisinde değişim, çağdaşlaşma, yükselen değerler, yeni düzen derken ağzını açan herkes bireyden söz etti. Yaşanan bireyin yükselişi dediler. Keşke diyor Kozanoğlu, keşke haklı olsalardı, keşke bireycilik değil birey yükselseydi. Aslında bir bakıma başarılı bir politika yürütüldü, bireye verilen önemden bahsetselerdi eğer, gerçekten bireyler konuşmaya başlayacaktı ve belki de imajlar üretim aşamasında tedarikten kaldırılacaktı…
Bugün içerisinde bulunduğumuz noktada, imajlar artık hayatımızın tümünü ele geçirmiş durumda. Yılların belirticisi sayılar artarken imajların hayatımıza giriş sayısı da aynı hızla artmış. Instagram için yaşanan hayatlar, kitaplardan değil de Youtube üzerinden öğrenilen bilgiler, ünlülerin taklitleri, sınıf farklılıklarının uçurumu… Dönüp geçmişe baktığımızda her şey böyle başlamış meğer. Medyanın etkisi yuppieleri yaratmış, yuppieler de günümüz fenomenlerini… Fenomenler ise günümüz akımlarını yarattılar, yaratmaya son sürat devam ediyorlar. İş olgusunun arkasına sığınarak inşa ettikleri sosyal medya hayatı sinsice her birimizin hayatına bir noktadan dokunuyor. Onlar gibi giyinmek, onlar gibi konuşmak, onların olduğu yerlerde olabilmek, onların bindiği arabalara binmek, onların yaptıklarını yapmak ve hatta onların elinin değdiğine elimizi değdirmek…
İmajlar günümüz teknolojisinden payını alarak şekil değiştirip sanal ortama taşınsalar da karamsar bir yaklaşım kabul edebileceğimiz görüşüm ile daha uzunca bir süre aramızda olacaklar. Kısaca diyebiliriz ki; önemli olanın fenomenlik ya da yuppielik olmadığının farkına varmak yarınlara kaldı…
[zombify_post]
0 Yorum