Şu sıralar olağanüstü günler yaşıyor olsak da birkaç ay öncesine kadar hayatımız tüm hızıyla devam ediyordu. Bu karantina dönemi hepimize modern çağın işlerinin çoğunu evlerimizden de yürütebileceğimizi, bu kadar binayı, beton yığını plazaları boşuna diktiğimizi gösterdi aslında hepimize.
Modern hapishanelerimizde, lüks arabalarımızla, hazır yemeklerimizle, çocukların sokak-bağ-bahçelerde oynayamadığı, günlerin nasıl geçtiğini anlamadığımız saatlerin haftalara, haftaların aylara ve ayların yıllara dönüştüğü tüme varılmış zaman çoğunluğuna hayat diyoruz. Bir yere ait olma özlemindeyiz hepimiz. Balkonu olmayan evlerin balkonunu kullanmaya vakti bile olmayan evlere komşu olduğu semtler değil aidiyet.
Eskiden şehir dışı olan semtlerimiz şimdi şehrin merkezi sayılıyorlar. Her yere ulaşım sağlanıyor çünkü sağlanmak zorunda. Beni yanlış anlamayın bu muhteşem bir şey ama bu erişim imkanları insanoğluna daha fazla büyüme cüreti veriyor. Bu yeni şehir düzeninin ve onunla gelen kaosun bir başka yan etkisi ise insanların sorgulama yetisini elinden alması; halbuki insanı her şeyden ayıran özellik bu iken.
Şehirlere kuşbaşı bir bakın, açın haritaları, eski şarkıları dinleyin, şehirlerin, semtlerin eski hikayelerini okuyun. Neredeyse iz yok anlatılanlardan. Her şey karakter değiştirdi. Bir düşünün bir şeyi için ünlenmiş şehrimiz kalmadı. Her şeyi eskittik. Her şeyi tükettik ve durmak bilmiyoruz. Tüketilir bir hayat yaşıyoruz, yenilenebilir bir hayat sürebilecekken.
Herkes çok meşgul. Klimalarla ısıtılıp soğutulan, gün ışığına hasret binalarda; insanların birbirine günaydın-iyi akşamlar bile demediği, kaldı ki yüzüne bile bakmadığı; birbirinin ardından dönen işlerin dudak uçuklattığı iş yerlerinde çalışıyor, yan dairemizde biri yardım çığlığı atsa duymamazlıktan geliyor, çocuklarımızı daha bebekken yetiştirilmesi için yabancıların ellerine bırakıyoruz. Meşguliyet bu değil.
Hayatımızı camdan ekranların içinde yaşıyoruz artık. Sabahları uyanır uyanmaz sarıldığımız telefonumuz, ofiste bilgisayarımız, akşam yemekte televizyonumuz. Anın tadını yaşamayı, kâğıda kaleme dokunmayı, kitabın kokusunu, yeni baskıdan çıkmış dergilerin kokusunu unuttuk. Birini sevmeyi geçin artık kendimizi sevmeyi unuttuk. Evliliğin bir aile kurmak olduğunu, çocuk sahibi olmanın ve hayvan sahiplenmenin ömürlük sorumluluk olduğunu unuttuk. Saygılı ve anlayışlı olmayı unuttuk. En önemlisi empati kurmayı unuttuk. Sokağın hayvanı var. Sokağın çocuğu var. Sizce onların ait olduğu yer sokaklar mı?
Modern çağın “her şeyi satıp, köye kasabaya yerleşeceğim” hastalığı tam olarak burada ortaya çıkıyor. Yukarıda üstüne konuştuklarımın beslediği kaos yüzünden düzen ve mantığın olduğu bir yer arayışına girdik. Siz henüz o noktaya gelmemiş olabilirsiniz ama eminim ki çevrenizde var bu insanlar. Büyük şehirler ve şehirleşmeyle gelen sarhoşluğun içinde özümüzü inkâr içindeydik. Şehir hayatı büyük bir yanılsama.
Özümüzde toprağa dokunmak, üretmek, emek vermek, birlik, komşuluk, dostluk, aile, huzur, doğa varken bunlar yerini kalabalığa, gürültüye, kirliliğe, saygısızlığa, boşanmalara, mutsuzluklara bırakmış durumda. Kaygı ve endişe duymaktan vücudumuz kanser oluyor, yalnızlığın egemen olduğu bir hayat sürdüğümüzden beynimiz, kalbimiz depresyona giriyor.
Ormanları yakıp yerine evler inşa ediyor ama evlerimizin içini saksılarca bitkilerle dolduruyoruz, küçücük balkonlarımızda kendi domatesimizi, biberimizi yetiştiriyoruz. Kocaman sitelerin bir artı bir evlerinde yapayalnız yaşıyoruz çünkü ailece yaşanan müstakil evler kalmadı. Diyoruz ya nerede o eski bayramlar, toplaşmalar diye. Eskiden her akşam yemeği o bayramlar gibiydi, artık koptuk birbirimizden. Eskiden tatil dendiğinde torun torba maaile beş yıldızlı tatil köylerine veya komşu yazlıklara hücum edilirken, şu an trend olan tatil şekli bungalov evleri, yayla evleri ve kamplar. Genellikle ya tek başına ya da çift olarak.
İnsanoğlu kendini arayış içinde olduğu imajını çiziyor bunları yaparken. Benim düşüncem özümüze olan özlemimizden oluyor bunlar çünkü doğamızda büyük aileler, imece usulü kurulan kocaman sofralar, bağlar-bahçelerde geçen çocukluklar, bir şeyler üreterek geçimini sağlayan insanlar, birbirine düşman dahi olsa en ufak sorununda yardımına koşan komşuluklar, en küçüğünden en büyük başına kadar tüm hayvanlara merhamet var.
Galiba asıl sormamız gereken soru; günümüzde yaşadığımız hayatlar eski köye yeni adet mi yoksa yeni köye eski adet mi?
0 Yorum