“Huzur veren bir manzaraya bakıyorum. Yanımda çöp tenekesi var. Kulaklarımda, insanın ne kadar şanslı bir varlık olduğunu anlatan güzel tını, önümde ileri ve geri istikamette ilerleyen ruhlar, kıyıya vuran dalgalar ve listede bekleyen sonraki şarkılar… Her yerdeler…
Ve ben bunları yazmak için, çantamın içindeki kalemi arıyorum…
Belki de ufkun ötesinde güzel bir manzara vardır… Ama o kadar uzak ki, sanki dik bir yokuş gibi…
Her bakışta içimi daraltan, sormaktan korktuğum sorulardan oluşan bir yokuş…
O yokuşu tırmanır gibi düşüyorum, her rüzgar esişinde…
Bir yanlışa tutulup düşüyorum, yorgun bir iniş ile…
En başa dönmek için kalemler çoktan kırılmış…
Gökyüzü pembeyi affetmiş mesela…
Kaotik bir kayboluş kaybetmiş dizelerini… Ortalığı yakarken istemediği cevapları almış ve her şiirinde limanlarımı ateşe veriyor…
Her sonbaharda aynı döngü ve her kış, çekilecek ızdıraplar bekliyor… İneceğim durakları inceden zapt etmiş…
Sahi ben kimdim?
Ne zamandır bu denli yorgun bakışlara sahibim?
Dünya ne zamandır bu kadar küçük geliyor bana? Keza tüm gökyüzünü bir of çekişi esnasında ciğerlerime doldurabilirim…
Ayrıca bir cümle, diğerini tamamlamak zorunda değildir…
Ve annem her zaman haklı biri…
Ve ben çoktan yenilmiş gibi, sanki en güzel yerinde kesilmiş çocukluk düşleri…
Zamanında yaktığım ateşlerin hiçbiri sönmedi…
Ve bazı zamanlar kendi memleketim bile, geniş metrekarelere sahip demir parmaklıklardan hallice…
Karamsar uykusuzluk halleri ve içimde kilitli kalmış antika hisler, özlemiş birilerini…
Sanki hep yoldaymışım gibi. Koyu kızıl düşlere her dalışımda, pencere kenarına bilet almışım ve kırmızının, çizik beyazlarla dolu olan griye dönüşüne şahit oluyorum…
Ve önümdeki bıyıklı amca, telefondan okey oynuyor.
Belki de aklım, beni yolcu etmeyen ellerde.
Ya da yolcu edemediklerimde…
Ağlayan bir bebek var paralelimde. Koridorda biletleri kontrol eden muavin, otobüste hep aynı sorular: “Bağcılar’a servisiniz var mı? Hangi köprüden geçeceğiz? Kaç gibi Esenlerde oluruz?”
Sonra ışıklar kapanır ve Susurluk’ta mola veririz. Güzel bir ayran içerim serin gecede… Sanırım ertesi gün işe gideceğim. Ama uyuyamıyorum.
Rehavetten rutubet tutmuş yorgun omuzlarıma, yağmur bereketi çöktüren bir baş eksik gibi…
Sürekli yoldayım. Sahil kenarında pineklerken, işte rapor hazırlarken ve kavurmalı kaşarlı pide yerken…
Bitmeyen bir yol, bitmeyen bir yarım kalmışlık…
Ufkun ötesinde güzel bir manzara var. Biliyorum…
Biliyorum ama göremiyorum… Göremiyorum ve anlamıyorum… Anlamıyorum ve es geçiyorum…
Çünkü gece uzun… Yolda uzun… Hadi eyvallah!”
Defterimi ve kalemimi toparlayıp oturduğum banktan kalktım. Birkaç kadük köşe başını sollayıp apartmanımın dış kapısına geldim. Cebimden anahtarı çıkardım ve yağlanmaya ihtiyacı olan kapımı açtım.
Hayat dedim içimden… Hayat kapalı kapılardan oluşan bir maraton…
Son yıllarda bu fikre sahibim ve her geçen gün değişen tek şeyin biriken kapalı kapılar olduğunu fark ediyorum.
Sonra eve girdim. Bir kapalı kapı daha… Olsun dedim düşük bir desibelde. Anahtarları elbet bir gün bulacağım.
Uzandım emektar tekli koltuğuma. Derin bir nefes verdim. Her sahil yürüyüşünden ya da otobüs yolculuğunda, aslında kalbimin derinliklerinde dolaştığımı fark ettim.
Tekliye ne zaman otursam böyle derin düşüncelere dalıyorum.
Sonra bacaklarımı uzattım pencereye… Bazen dedim…
Bazen kalbimin harabe olmuş cenahlarında yürüyorum. Sessiz adımlarla ilerlerken, enkaz alında kalmış hislerimin üzerine basıyorum. Özlediğim anların ve insanların bende bıraktığı o hiç olmuş yığınlara bakarken, keşke kendimi affedebilsem diye söyleniyorum.
İnsanın kendinden başkasını suçlayamaması çok yıkıcı bir hadise…
Keşke… Keşke kendimi affedebilsem…
Camdan yansıyan siluetim dile gelmedi. Sana inanıyorum demesini bekledim. Tahminimce kendi yansımam da ayrı bir kapının ardında sıkışıp kalmıştı. Onun için dua ettim ve doğru anahtarı bulmasını istedim.
Yavaşça doğruldum ve içinde bulunduğum mizantropi durumunu teklide bıraktım. Camdan dışarı baktım ve mutmain bir tonla birkaç kelime sıraladım:
“Ufkun ötesinden güzel bir manzara var… Biliyorum”
Bir Yorum