Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Öğrencisi Esin Tüylü Turan tarafından kaleme alınan ‘Mustafa Kemal Paşa ve Harf İnkılabı’ isimli makaleden edinilen bilgiler ışığında, Harf Devrimi’nin oluşum süreci, tarihsel ve filolojik açıdan incelenecektir.
1 Kasım 1928 tarihinde, 1353 sayılı, Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkındaki kanunun kabul edilmesiyle yeni alfabenin Türkçeye yerleştirilme sürecinde, o güne kadar kullanılan Arap harfleri esaslı Osmanlı alfabesinin resmiyeti son buldu ve yerine Latin alfabesi kullanılmaya başlandı. Edinilen bilgilere göre; 19’uncu yüzyılın ilk yarısından itibaren Osmanlı Devleti, kullanımı zor olan Osmanlıcayı sadeleştirmeye yönelik çeşitli çalışmalar yürüttü. Arapça ve Farsça sözcüklerin Türkçe dil ve gramer yapısına uygun olmaması dolayısıyla, Türk dilinin bazı sözcükleri karşılayamaması böyle bir reformu gerekli kıldı. Fakat şeriat usulüyle yönetilen Osmanlı Devleti, Arapçanın Kuran dili olması dolayısıyla olası bir harf devrimini kabul etmedi. Zaman içinde harflerle ilgili çeşitli reform fikirleri ortaya atılmış olsa da Osmanlı’da böyle bir devrim gerçekleştirilmedi. Bu da Atatürk Dönemi’nde yapılmış olan Harf İnkılabının gerekçelerini ortaya koydu. Türkler, tarihleri boyunca bulundukları coğrafyada mevcut olan dilleri kullanmışlardır. Fakat dünyanın evrensel bir hal alışı, harflerle ilgili bir devrimi gerekli kılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı inkılaplar arasında Harf İnkılabı, batılılaşma açısından oldukça önemli bir adımdır.

HARF DEVRİMİ’NİN GERÇEKLEŞMESİ
Tanzimat Dönemi’nde; Ziya Gökalp, İbrahim Şinasi ve Hüseyin Cahit Yalçın gibi edebiyatçılar, harf devrimini savunan kişiler arasındaydı. Harf devrimi, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından 1928 senesine kadar tartışılan bir konu oldu. Türkçenin sadeleşmesi gerektiğine inanan aydınların görüşleri bu yüzden Harf Devrimi sürecinde oldukça önemli oldu. M. Kemal Paşa 1919 yılında, Erzurum’da bulunduğu sırada Mazhar Müfit Kansu’ya, zaferden sonra ilk işin Cumhuriyet’in kabulü olacağını ve beşinci sırada yer alan işin de Latin harflerinin kabulü olacağını not ettirdi. Harf devrimi konusundaki ilk teşebbüs, İzmir İktisat Kongresi’nde yapıldı. O dönemdeki aydınlar, Arap alfabesine dini bakış açısıyla yaklaşmanın gereksiz olduğunu ve Latin harflerine geçmenin dinden çıkma olarak adlandırılamayacağını öne sürdü. Mustafa Kemal Paşa ise, köklü bir değişiklik yerine harf konusunda ufak bir reform yapmanın başarısız bir adım olacağını düşünüyordu. Bu nedenle; harf değişikliğinin yanında takvim, saat, uzunluk ve ağırlık gibi ölçütlerde de değişime gidilmesi görüşünü savundu. Ardından, Mustafa Kemal Paşa’nın talimatıyla; 23 Mayıs 1928 tarihinde, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı Dil Encümeni kuruldu. Encümenin amacı; Latin harflerine geçiş sürecinde yeni harfler üzerine araştırmalar yapmaktı. Bu encümen, İstanbul konuşma dilini esas alarak Latin harflerini Türkçeye uygulama konusunda çalışmalar yürüttü. Encümende gerçekleşen toplantılara Atatürk de katılıyor, Avrupa devletlerinin alfabe yapısına göre değerlendirmeler sunuluyordu. Ardından Atatürk, harf inkılabının yapılması için 9 Ağustos 1928 gecesi Gülhane Parkı’nda düzenlenen baloyu seçti. Baloda sunduğu nutukla, Harf Devrimi’nin gerçekleşeceğini bildirdi. Atatürk, yaptığı konuşmada şu sözlerle kamuoyunu aydınlattı: “Arkadaşlar, bizim güzel ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bunu anlamak mecburiyetindesiniz. Anladığınızın asarına yakın zamanda bütün kâinat şahit olacaktır. Buna katiyetle eminim.”

“BU MİLLETE KOLAY BİR OKUMA ANAHTARI VERMEK LAZIMDIR”
Mustafa Kemal, 1 Kasım 1928 Tarihinde, TBMM’nin yıllık toplantısının açılış konuşmasında, “Büyük Türk Milleti’ne, onun bütün emeklerini kısır yapan çorak yol dışında, kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lâzımdır. Bu okuma yazma anahtarı ancak Latin esasından alınan Türk Alfabesidir” şeklinde konuşarak konunun önemini özetledi. Açılış töreninin ardından toplanan komisyonun hazırladığı tasarı ile 1353 Sayılı Kanun, oybirliğiyle kabul edildi. 11 maddeden oluşan kanun ile bütün devlet daireleri ve özel kurumlarda Türk alfabesiyle yazılı yazılar dışındaki metinlerin kabul edilmeyeceği, bunun uygulama tarihi ise 1929 yılının ocak ayını geçmeyecek, ancak basılı evrakın ve defterlerin yazılması 1929 yılı haziran ayına kadar sürebilecekti. Halktan gelecek dilekçelerin de kabulü haziran ayına kadar sürecekti. Bu şekilde, vatandaşlar yeni alfabeyi öğrenene kadar zorluk yaşanmayacaktı. Kanunun kabul edilmesinin ardından ilk iş olarak, yeni yazı ile okuyup yazma bilenlerin sayısının eski yazıyı okuyup yazanlardan fazla olmasının sağlanmasıydı. Okuryazar oranının o dönemde düşük olması bu durumu oldukça kolaylaştırıyordu. Daha sonra, 1 Ocak 1929’da Millet Mektepleri açıldı ve açıldığı ilk günden itibaren 16-40 yaş aralığındaki kadın ve erkeklerin bu okullara kaydolmasıyla Millet Mektepleri dünyada eşi ve benzeri olmayan bir eğitim kurumuna dönüştü.

YENİ ALFABE, HIZLA İLERLEDİ
Devletin kısıtlı bütçesiyle yapılan bu inkılap, bir sene içinde meyvelerini verdi. 1929 yılında Türk Alfabesi, Türkiye’nin ulusal tek yazısı olarak belirlendi. 1920’lerin başında yüzde 11 olan okuryazar oranı hızla artarak, 2 binli yılarda yüzde 87 oranına kadar ulaştı. 1860’lardan itibaren Türkiye’de dile getirilmeye başlanmış olan harf devrimine ilişkin düşünceler, İkinci Meşrutiyet Döneminde canlandı ve Mustafa Kemal’in bu inkılabı gerçekleştirmesiyle başarıya ulaştı. 1 Kasım 1928 senesinde gerçekleşen Harf Devrimi’nin ardından bir ay içinde tüm Türkiye’de yeni harflere geçildi. Mustafa Kemal’e bu sürecin on, on beş sene gibi bir süreyle gerçekleştirilebileceği söylenmiş olsa da harf inkılabı üç-dört ay gibi kısa bir sürede gerçekleşti.

MEDENİYET ENTEGRASYONUNA BÜYÜK FAYDA
Dilin; bir milletin ses, düşünce, maddi, manevi ve milli hafızası olduğunu belirten Filolog Ziya Çelik, dilin bütün buluş ve icatların ötesinde büyük bir değeri olduğunu vurguladı. Çelik, Ural-Altay Dil Ailesi içinde olan Türkçenin üç kıtada da kullanıldığını ve tıpkı bir insan gibi sosyal çevresi ve belirli dil arkadaşlıkları olan sosyal bir varlık olarak devamlılığını sürdürdüğüne dikkat çekti. Ardından, şunları kaydetti: “Bilindiği gibi yirminci asrın başında Türk yazı dili, yabancı unsurların anormal yoğunluğundan kurtularak öz mecrasına dönmüş, cumhuriyetten sonra ise Batı dilleri tesiri gittikçe artmış ve dikkati çekecek derecede bir Batılı kelimeler akını ile karşı karşıya kalmıştır. Neticede Batı uygarlığına katılma işi kolaylaşmış, medeniyet entegrasyonunda büyük faydalar sağlamıştır.”
Yaptığı açıklamayı devam ettiren Çelik; milletleri anlamak, düşünce sistemlerini bilmek ve kâinata bakışlarını çözmek için dillerini mutlaka bilmek gerektiğini ifade etti. Dilin sadeleşmesi ve temelinden kopmaması gerektiğine değinen Çelik, “Dilin kuvvetli olması, açık anlaşılır ve sade olması aynı zamanda ilerlemenin önündeki bütün engelleri aşması demektir. Çünkü millet demek, dil birliği demektir. Bundan dolayı dilin öz kaynaklarından kopmadan, milli hafızasını kaybetmeden sadeleşmesi kaçınılmazdır. İlerleyen, durağan olmayan dünya kültürünü yakalamak, hatırı sayılır bir yer edinmek için mutlaka milli dil birliğinin yanında evrensel bir dil birliğine de sahip olmak lazımdır. Türk Dili, kendine has gramer yapısı ve karakteri ile bu yabancı kelimeleri kendi dil kuralları çerçevesinde işleterek almayı başarmıştır. Yani sadeleştirme ile ileriye dönük, çağdaş, modern bir kültür başlamıştır” ifadelerini kullandıktan sonra açıklamasını sonlandırdı.
KAYNAKÇA
0 Yorum