Sarsılmayan viyadüklerden geçen uykusuz otobüslere yasaklı bakışlar atarken ürperdim. Kollarımla pazılarımı sıvazlarken kirli bir serçenin bulanık su birikintisinde kana kana sönüşünü izledim. Her şey hem çok gürültülü hem de çok sessizdi.
Yarım sekizden hallice uyuşuk adımlarla bir ileri bir geri gitmeye başladım. Sırtımdaki çantadan su mataramı çıkarıp sol elime aldım. Kulağımda Bülent Ortaçgil’in hoş bir şarkısı vardı. Avare bir hamle ile mataramı kılıç misali savurdum ve önümdeki Bodrum otobüsüne karşı şövalye gardı aldım.
Al dedim seni koca değirmenden bozma otobüs! Ben çok Don Kişot okudum! Kendini sona hazırla…
İstekli hareketlerimi muavin bozdu. “Abi!” Dedi müsait bir ses tonuyla. “Arkandaki kova ile fırçayı almam lazım.” Alnımla hay hay yaptım ona. Akabinde sessizce kusura bakma dedim. Önce muavine sonra Cervantes’e…
Kuru bir özür oldu belki… Belki geceye yakışmadı… Olsun dedim ama içimden. Şu sıralar hiçbir özür samimi değil…
Sonra bir duman yükseldi mescidin olduğu yerden. Baktım ince ince bana yaklaşıyor. Yaklaştıkça güzel kokular geliyor ve demli olsun diyorum. İki de şeker alabilir miyim?
Hemen abicim diyor çay dağıtan çocuk. Saat gecenin bilmem kaçı ama çay sıcak. Ama ayrılıklar soğuk.
Geceler biraz kendine yalan söyleyen gitaristler gibi çekilmez. Yani ayrılık geceleri böyle… Ama çay hala sıcak…
Bazen diyorum kendime neden sadece susmuyorsun? Neden sağda solda ipi kopmuş boğalar gibi kendini paralıyorsun? Biraz dinginlik için paketimdeki son sigarayı verebilirim diyorum kendimin bile duyamayacağı bir tonda… Ama işte işittim değil mi?
Seri bir şekilde çıkardım yeşil çakmağımı ve paketindeki tek kalmış katili kavradım. Acımasızca ateşe verdim onu ve çıkan dumanı ciğerlerime çektim.
Sonra çaydan bir yudum aldım ve anında yüzümü ekşittim. Kahretsin! Şeker atmayı unutmuşum. Ya da şekeri hiç almadım.
Göz ucuyla çaycı elemanı aradım ama çocuk piyasada gözükmüyordu. Neyse dedim fondip yapayım. Bir dakika kadar bekleyince, ortamın soğukluğuna dayanamayıp hemen ılıyan çayımı tek yudumda bitirdim ve gözlerimi içi boş karton bardağa diktim. Aklım hala birkaç saat öncesindeydi.
Soluk bakışların cirit attığı antipatik bir mekandayken duyduğum birkaç lafa takılmıştım. Sanırım kalbimi orda bıraktım. Değişik bir tökezleme oldu ama yokuş aşağı düşmeye başlamak hala içimi titretiyordu. Doğrular ve gerçekler canımı acıtırdı bazen, bazen ilkbahar aylarında yağmur bile yağardı ve ben dışarıdaki gelinciklere üzülürdüm. Belki narin bir kalbim vardı hiç belli olmasa da ama belkilerin dışında olduğuna yemin edebileceğim tek şey yüreğimin yarısının yanmış olduğuydu.
Sanırım beklemelerim sevilmemişti. Ya da kimse beklememeyi sevmemişti. Bekleyenler neden sevilmemişti? Halbuki en sevilmeye ihtiyacı olanlar onlardı.
Tüketilmemiş hislerin ne kadar ağır olduğunu anlatamam. Üç kuruş sevgilerin ne kadar hızlı harcandığını da anlatamam. Ama buz gibi havada, hiç bilmediğim kaldırım taşlarına oturabilirim.
Sonra o elimde tuttuğum karton bardağı koyarım yere. Benimle kalan saniyelerini değerlendirmek için onu kül tablası olarak kullanırım.
Ne de olsa her şey kullanılabilir. Her şey tüketilir. Her şey bir gün biter değil mi?
Tercih edilmeyen gözler ne kadar daha görebilir? Birine ömür boyu sevgi ile bakmayı istemenin ne kadar ayıp olduğunu öğrendiğin günden sonra, gözlerin diyorum… Daha ne kadar görebilir.
Birkaç damla daha akar belki yolun ortasında. Neyin eksik neyin fazla olduğunu anlayamayacağını fark ettiğin ana kadar akar… Yol biter sonra…
Aslında yol bitmez. Belki sen yorulursun ya da öyle gelebilir ancak bitmez…
Aslında çoğu şey bitmez. Belki değişir ama bitmez. Tercih edilmeyen gözler o denli sevgiyle bakamaz artık. Ancak o andan sonra tercih edilmediğini bilerek ve sevgisinde acıtan noktalar ile devam eder. Değişir ama bitmez. Karton bardaklar gibi…
Sıcak çaya kap olur bir gün, bir gün zehrimin küllerini savurduğum bir küllük. Sonra muavin bağırır:
“Mola bitti! İstanbul yolcusu kalmasın…”
[zombify_post]
0 Yorum