Sinemada felsefeyi olmazsa olmaz bir mit gibi kullanan Ingmar Bergman, Andrei Tarkovski.
Daha nicesi var tabi ki ama bugün Bergman ve Tarkovski’den bahsetmek istiyorum. Daha sonra Jean Luc-Godard, Carl Theodor Dreyer, Luis Buñuel, Robert Bresson… gibi yönetmenlerin de dünyasına girebiliriz.
Türkiye’de İlk Kitap Hastanesi adlı yazı için tıklayın…

İsveçli yönetmen Ingmar Bergman... Babası Lutheran bir vekil ve İsveç Kralının Şapel papazı
olan Bergman, 1918'de İsveç'in Uppsala kentinde doğmuştur. Doğumundan 89 yıl sonra 2007'de yine doğduğu yer olan İsveç'te hayata gözlerini kapatmıştır. 2005 yılında Times Dergisi tarafından dünyanın yaşayan en büyük yönetmeni olarak nitelendirilmiş bir dâhidir adeta.
İnancını erken yaşta kaybetmiş olan yönetmenimizin genç yaşta başlayan sorgulamaları, sanat
hayatının geri kalanında da peşini bırakmamıştır. Neredeyse filmlerinin tamamında bunu
görebiliriz. Soyut kavramları cisimleştirerek odağına aldığı her şeye akla ve mantığa
uygun bir bakış açısı getirmeyi amaç edinen bir yazar, bir yönetmen olmuştur her zaman. Filmlerinde varlık, varoluşçuluk, ölüm, metafizik ve sadakat gibi kavramları ele almıştır.

Bergman ve felsefe denilince aklan ilk gelen film şüphesiz “Yedinci Mühür ”dür. Hatta sinema ve felsefe denilince bile akla ilk gelenlerdendir. Hiç kuşkusuz sinema tarihinin en önemli yapıtlarından biridir bu film. Ölümden hayatıboyunca korkmuş bir adamın, Ingmar Bergman'ın iç dünyasının yansıması olan harika bir film.
Antonius Block, 10 yıl boyunca kutsal sayılan topraklarda savaşmış ve yeterince ölüm görmüş olan bir şövalyedir. Din uğruna ölmeyi göze alarak öldürmeye bilenmiş biridir. Dönüş yolunda bir deniz kıyısında yanındaki yaveriyle berber mola verdiğinde tanrıya yakarır ve bir anda karşısında “Ölüm”ü görür. Ölüm, bu kez başkalarına uzun zaman ölüm olan kendisi için gelmiştir. Antonius kolay kolay teslim olmak istemez ve ölümle satranç oynamayı teklif eder. Ölümün kabul etmesinin ardından şövalyenin var kalma çabası başlar. 14. yüzyılda hiç bilmediği topraklarda Tanrı adına yıllarca savaşmış bir şövalyenin hikayesini anlatan film, insanın ölüm karşısında anlamsız çaresizliğini ve ölümün hakikatine rağmen devam ettiği mana arayışını işler. Dolayısıyla sadece orta çağ karamsarlığını anlatan bir film olmaktan ziyade evrensel bir anlatım biçimi alarak günümüz insanının varoluş ve var kalma mücadelesine de ışık tutar.
“Yedinci Mühür, serbestçe kullanılmış orta çağ malzemeleriyle sunulan modern bir şiirdir. Filmimde Şövalye, bugünün askerinin savaştan dönmesi gibi, Haçlı Seferinden dönüyor. Orta çağda insanlar vebadan ölesiye korkarlardı. Bugün de atom bombası korkusuyla yaşıyorlar.
Film, teması hayli basit bir alegoridir: İnsan, onun ebedi Tanrı arayışı ve tek mutlaklık olarak
ölüm.” (Ingmar Bergman)

Bir diğer sinema düşünürü Andrey Tarkovski, 4 Nisan 1932'de SSCB kenti olan Yelizavetgrad'da dünyaya geldi şimdiki adıyla Kirovograd/Ukrayna. Tarkovski de Bergman gibi bir felsefecidir ve filmlerinde bunun etkilerini gayet açık bir şekilde görürüz. Tarkovski’nin felsefe ve filmler üzerinde yazdığı eserler de vardır, “Sculpting in Time” (Zamanı Yontmak) bunların başında gelir. Kendi filmi olan “A Voyage in Time” (Zamanda Yolculuk) bizzat kendi hayatını anlatan bir filmdir diyebiliriz.

Tarkovski aynı zamanda Bergman’ın yakın arkadaşıdır. Bu da birbirlerinden, elbette, etkilendiği izlenimi yaratır. Rönesans Dönemi’ne oldukça bağlı bir yönetmen olan Tarkovski iyi bir yazar ve sinemacı olmasının yanında babası gibi iyi de bir şairdir. Ve şair olmasının büyük etkisi olacak ki kamerayı adeta bir şiir yazma aracı olarak kullanır. Filmlerinde özellikle varlık ve özgür irade kavramları üzerinde durmuştur. Nostalghia(Nostalji), The Sacrifice(Kurban), Solaris gibi filmleri sinemanın kilometre taşı olmuşlardır.
“The Sacrifice” (Kurban), Yönetmenimizin son filmi. Tarkovski’nin sinemasını, sinema anlayışını hayata karşı duruşunu en iyi yansıtan filmdir. Gazeteci ve tiyatro eleştirmeni olan aynı zamanda üniversitede estetik dersleri veren Alexander’ın doğum gününde başlayan Üçüncü Dünya Savaşı esnasında Tanrı’ya ettiği dua üzerine kendisini ve kendisiyle ilgili her şeyi: ailesini, evini, kelimelerini… Kurban ettiğini anlatan bir filmdir.

Andrey Tarkovski’nin zirvesidir “Kurban” İzlediğimiz filmler ya ruhumuza seslenir ya yüreğimize dokunur ya da aklımızla oynar. Bazen de sadece vakit öldürmek için izlediğimiz bizi eğlendiren bir aktivitedir. Ama bu film, önce ruhunuza sesleniyor sonra da yüreğimize dokunuyor. Tabi bitirdikten sonra aklınızla beraber sorgulamaya başlarsınız. Karamsar bir havaya bürünürsünüz. Bir tarafta hayata ve ölüme dair sorular soran ve babasını takip etmeye çalışan oğlu, diğer yanda sorgulamayı ve sözleri bırakıp teslim olmuş bir baba. Babanın teslimiyeti ile oğlunun sorgulaması arasında süregelen bir hikâye. Anlarsınız ki sorgulamaların bittiği yerde teslimiyet başlar. Ve kurban olabilmek için önce kelimelerin kesilmesi, sorgulamanın teslimiyete dönüşmesi gerekir.
Leonardo da Vinci(Üç Kralın Tapınışı)’den Nietzsche’ye, Shakespeare’den, Dostoyevski’ye kadar pek çok gönderme içeren filmde, aşk ve evlilik, maddiyat ile maneviyat, ölüm ve ölüme karşı duyulan korku, doğa ve insanın yıkımı gibi pek çok tema üzerinde durulmuş. Bu yolla film felsefi bir sorgulama mekanizmasına dönüştürülmüş. Ve pek tabii Tanrı’ya teslim olmakla son bulur.

Bu iki yönetmen hakkında konuşulabilecek şeyler say say bitmez. Dolayısıyla şimdilik iki ustanın da sanat hayatına kendi filmleri üzerinden az da olsa değinmiş olmak istedim. Ama kelimeler bazen yetmeyebiliyor. O yüzden şu alıntıyla bitirmek istiyorum:
''Artık susmanın çok iyi olduğunu düşünüyorum. Zira kelimeler insanın duyduğu şeylerin hepsini anlatmaya yetmiyor. Yetersiz artık kelimeler.'' (Andrey Tarkovski)
0 Yorum