VAN GOGH’UN KESİK KULAĞI
Daha sonra neler oldu peki? Hiçbir şey olmadı. Zaten ne zaman ki bir şeyler olsun isteriz, her şey sakin bir şekilde kayıp gider avuçlarımızdan. Zihnimizdeki o güzel düşünceleri unuturuz güneşi gördüğümüzde. Ne rezil varlıklarız. Nasıl da nefret ediyoruz birbirimizden ve bir o kadar da bir aradayız.
Bulunduğum yerdeki herkesin omzunda o kafalardan vardı, kokuşmuş, irin dolu. Bol bol çığlık atılıyordu geniş salonda. Omzundaki kafaları aldırmış olanlar ise oldukça rahattı. Ben ise Duygu’nun beni reddedişini düşünerek, bu durumu hissedemiyor oluşuma sinirlenmeye çalışıyordum. Meyhaneye gitmeyi düşündüm. Sarhoş tesisatçı kesinlikle orada bekliyordu beni. Ama buradan nasıl çıkacaktım? Omzumdaki kafayı almadan beni bırakmayacaklar gibi görünüyordu. En kötü ihtimalle kaçacaktım -ya da en iyi ihtimal, her zaman karıştırırım bunları-. Doktor ile yaptığımız kalpsiz sohbetin ardından odama çıktım. Kaçmak için bir plan yapmalıydım. Bir süre bekledikten sonra, hiçbir şekilde plan yapamadığımı fark ettim. Hissizdim ben sonuçta, ne yapabilirdim ki? Burada böylece bekleyebilirdim sonsuza kadar. Beni tutup da bu kafayı almaya çalışsalar gıkım çıkmazdı. Ama bir şeyler hissetme isteğimi bastıramıyordum. Bu korkunç yerden çıkmam gerekiyordu. Duygu’nun sözlerinden sonra ne yapacağımı şaşırmıştım. Hiçbir zaman reddedileceğim bir ilişkinin içine düşmediğim için kendimle gurur duyardım. Duygu ise yıllarca sürmüş olan bu başarımı elimden almıştı. Ayrıca, Doktor’un kendinden emin sözleri yüzünden buradan kaçmak beni ürkütmeye başlamıştı. Ama yine de gitmeliydim. Duygu’yu tamamen yok edebilmek, omzumdaki kafanın tükenmeyen arzularını bastırabilmek için buradan kurtulmalıydım. Bu tür meselelerle uğraşıyor olmaktan hiç memnun değildim. Yapacak bir şeyim yoktu. Odadan çıktım. Kimseye görünmeden oradan çıkabilmek için koridorların duvarlarına yapışarak, duyduğum her ayak sesinde boş bir odaya girerek çıkış kapısına kadar yürüdüm. Meyhaneye gidip tesisatçıyla konuşmak istiyordum. O adamın sözleri, her şeyi daha fazla anlayamamam için oldukça kafa karıştırıcıydı. Nedense bu hoşuma gidiyordu.
Kapıdan çıkarken Doktor beni durdurdu. Muhteşem gülümsemesiyle bana baktıktan sonra, “Senin için geleceğim” dedi.
Bu söz sinirlerimi bozmalıydı. Şu hayatta yalnızca Duygu’dan duymak istediğim bu güzel cümle, başkası tarafından söylendiği zaman ruhumu cehennemin içine bırakıyordu. Hiçbir şey demeden çıktım. Meyhaneye kadar, oldukça az düşünerek yürüdüm. Duygu’nun yaptıklarına üzülmüyordum. İnsan ne isterse onu yapmalıydı. Kimseyi engelleyemezdim. Kendimi bile engelleyemiyordum ki ben. Aklımdan geçen her şeyi bir şekilde uyguluyor, eylemlerimin sonucunda zarara uğrasam da körü körüne ilerlemeye devam ediyor, en sonunda da omzumda çıkan kafa gibi birçok derdin içinde süzülüyordum. Meyhanenin ahşap verandasını geçtim. Artık garsonlar tuhaf bakışlarını üzerimden çekmişti. Bana bakmıyorlar, sanki hiç yokmuşum gibi çevremde dolanıyorlardı. Tesisatçı ile her zaman oturduğumuz masaya baktım. Masada üç dört tane şişe, verandaya bakan pencereden sızan gün ışığı, havada uçuşan toz zerreleri, ahşap tabanın içinde gezinen hamam böcekleri ve kırmızı kadife yelekleriyle masaları akşam sefasına hazırlayan garsonlar vardı. Tesisatçıyı görememiştim. Nasıl olsa gelecekti. Masaya geçip onu beklemeye başladım. Yarısı dolu olan şişeyi kafama diktim. Omzumdaki örtüyü açmıyordum. Kafanın çığlıkları tükenmişti. Duygu’ya bir daha ulaşamayacak olmanın kederini, tıpkı benim gibi yaşıyor, bu çaresizliğe büyük bir sessizlikle savaş açıyordu. Şişenin dibinde kalan son damlaları içtiğimde tesisatçı gelmişti. Beni görünce mutlu olduğunu anlamıştım. Her zamankinden daha farklı gülümsüyordu.
“Hoş geldin aziz dostum. Bir daha gelmeyeceksin diye o kadar korkmuştum ki. Beni dinleyen tek kişi sensin bu dünyada. Nasılsın?”
Yüzüne bakmadım. Kafamı çeviremeyecek kadar çaresizdim. Duygu’yu düşündüğüm anda bir ahraza, ağır aksak yürümeye çalışan sefil bir dervişe dönüşüyordum.
“İyiyim.” Omzumdaki kafa çıktığından beri ilk defa bir soruya net bir cevap vermiştim. Yalan söylemek, bu lanet hayatı sırtlamaktan çok daha kolaydı. “Seni burada göremeyince çok şaşırdım.” Yalan söylüyordum, hiçbir şey beni şaşırtamazdı. “Bu şişeler senin mi? Yarısı bitmiş bir şişeyi içtim. Birkaç tane daha sipariş edeyim istersen.”
“Benim şişelerim tabi. Sabah geldim buraya. Daha sonra sevgilimin yanına gittim. Ne zamandır görüşememiştik. Nasıl özlemişim onu, bir bilsen.”
“O neden buraya gelmiyor? Madem bu kadar çok seviyorsunuz birbirinizi, neden yan yana değilsiniz?”
“Onun da vakti gelecek aziz dostum.” Sağ eliyle bıyığını düzeltti. “Onun da vakti gelecek. Şimdi benim içki içmem gerekiyor. Bolca içki hem de. Dünyadaki tüm içkileri mayalamam gerekiyor karnımda.”
Karşıma oturdu. Sürekli gülümsemeye çalışıyordu. Onu hiçbir zaman bu kadar hüzünlü görmemiştim.
“Çok mu seviyorsun sevgilini?”
Bu sefer sesli bir şekilde güldü. Hiçbir gülümsenin içinde bu kadar gözyaşı görmemiştim.
“Seviyorum tabi. Onsuz geçen bir gün bile düşünemiyorum.”
Lanet olsun ki ben de Duygu’yu görmediğim bir günü bile düşleyemiyordum. Bundan sonraki günlerim plansız geçecekti. Onun yokluğuna alışmalıydım.
“Hadi, içki söyleyelim masaya. Karnın aç mı?”
Garsona seslendi. Bir dakika bile geçmeden masayı donatmaya başladılar. Sonsuza kadar içki içmek, bu berduş adamla saatlerce oturmak istiyordum. Bana bir sigara uzattı. Daha sonra, müzik çalmaya başladı. Duygu’yu unutturan bu şeyler, aynı zamanda hiç durmadan onu hatırlatıyordu. Kadehlerimizi tokuşturduk.
Tesisatçı, “Van Gogh’a” dedi. “Van Gogh’u bilir misin aziz dostum?”
“Bilirim tabi, kim bilmez ki?”
“Onun kesik kulağını bilir misin peki?”
“Evet.”
“Bunun üzerine çok düşünüyorum bu aralar. Düşünmek için çok vaktim var. Sence neden kesti bu adam kendi kulağını?”
“Delirmişti çünkü. Sanatçılar, başarılı olamadıklarında böyle şeyler yaparlar. Kendilerine zarar verirler. İlgi çekmek için mi?”
“Saçmalama dostum. Benim düşünceme göre; kendi portresini çizerken kulağının durduğu yeri beğenmedi. Onu kesmeseydi çizdiği o resimden hiçbir zaman keyif alamayacaktı.”
“Peki ya başkaları?”
“Hiçbir sanatçı başkaları için yeteneklerini sergilemez. Eğer kendisi tatmin olmazsa, hiç kimse görmeden yok edilir o sanat eseri. Eğer sanatçı, icra ettiği eseri tarafından büyük duygu buhranları yaşamıyorsa, o kişi gerçek bir sanatçı değildir.”
“Sanatçı, kişi midir?”
“Bu sorunu çok beğendim aziz dostum. Fakat makale yazmıyoruz burada. Kadehini uzat. Çok hızlı içiyorsun bugün. Bir şeye moralin mi bozuldu?”
“Hiçbir şeye moralim bozulmaz benim” Duygu’yu anlatmak istemiyordum, buna hazır değildim. “Acaba Van Gogh’un kesik kulağı şimdi nerededir? Herkes merak ediyor mu bunu?”
“Van Gogh’un kesik kulağını kim umursar ki aziz dostum, ya da Van Gogh’u? Sanatçılar, ticari bir amaca dönüştürüldüğü zaman, ürettikleri tüm sanat eserleri müze çöplüğüne dönüşür. İnsanlar tüketir, tüketir, en sonunda da kimse dönüp bakmaz. Arada bir filmi çekilir, sanatçının yaşadığı yer turizm bölgesi olur, müzelere paralar verilir, rehberler parasını kazanır, makaleler, kitaplar yazılır. En sonunda ne olacak dostum? Unutulacak tabi. Herkes öğrenmiş olacak çünkü onu. Kimse dostlarıyla oturduğu bir masada kültürlü görünemeyecek. Van Gogh böyle olsun ister miydi?”
“Bilmiyorum. Ama ben de unutulacağım. İnsanlar önce fotoğrafımı çekecek, beni bir sirk ucubesine dönüştürecekler. Belki de inceleyecekler, üzerimde deneyler yapacaklar. Ama en sonunda kimse dönüp bakmayacak bana, herkes tanımış olacak çünkü beni.”
“Sen bir sanat eseri misin, sanatçı mısın yoksa?”
“Omzumdaki iğrenç çıkıntıyı görmüyor musun?”
“Bir kuş kafesi değil mi o?” Bunu dedikten sonra güldü. Sanki her şeyin farkındaymış da bunu umursamıyormuş gibi bir hali vardı.
Örtüyü çekmeye başladım. Tesisatçı korkmuş gözleriyle durdurdu beni.
“Bırak dursun orada! Bunu kimseye göstermene gerek yok.”
Bir anda ciddileşmişti. “Kimsenin bilmesine gerek yok oradaki şeyi. Sen de Van Gogh’un kesik kulağı gibi mi olmak istiyorsun? Onun bir amacı olmalı. Orada durmasına izin ver. Saklayabildiğin kadar sakla. Gün gelecek, onu özgürlüğüne kavuşturacaksın. Martin Luther King’in devrimi gibi olacak yaptığın şey. Ben de sana yardım edeceğim. Ama daha vakit var. Kadehini uzat aziz dostum, bu lanet şeyi içtikçe beni hatırlar gibi olacaksın.”
“Ondan kurtulmak istemiyorum ben. Hem böyle de özgürüm.”
“Hüzünlü bir özgürlük bu, gerçeği gördüğün zaman tüm zamanların tüm insanlarından daha özgür olacaksın.”
“Sen özgür müsün?”
Gülümsedi. “Değilim. Bu dünyada hiç kimse özgür olamaz. Ayrıca sana bir şey daha söyleyeyim. Bunun; ülkelerle, devletler arasındaki sınırlarla, omzumuzdaki kafalarla, mezarda yatan sevgililer ile hiçbir ilgisi yok.”
“Yani Van Gogh, kulağını keserek kendisini özgürlüğe kavuşturmuş mu oldu?”
“Onu bilemem aziz dostum. Belki de kulağını özgürlüğe kavuşturmuş oldu. Hiçbir şey duyamayan bir obje, belki hepimizden daha özgürdür.”
“Peki ya ben, bu omzumdaki şeyi kesersem onu mu özgürlüğe kavuşturmuş olacağım, yoksa kendimi mi?”
“Bunu öğreneceğin vakit gelecek. Belki her ikiniz de arzu ettiğiniz özgürlüğe kavuşmuş olacaksınız” bir şişe daha sipariş etti. “Beylik laflar etmeye çalışmıyorum. Ben bir tesisatçıdan ibaretim. Hiçbir şey anlamam bu hayattan. Van Gogh’un kesik kulağından bir farkım yok.”
İkinci şişeyi ceketinin iç cebine koydu. “Hadi gidelim dostum. Hava karardı. Geceleri dışarda olmayı sevmem.”
Omzumdaki örtüyü iyice sıkıştırıp ayağa kalktım. Çişim gelmişti. Eve gidene kadar tutmak istedim. Duygu’nun gidişi ile kendimi suçladığım için, bir şekilde cezalandırmalıydım bu bedeni. Dışarı çıktık. Sokakta elektrik yoktu, tüm lambalar sönüktü. Yol boyunca yürürken sırayla şişedeki içkiyi içtik. Sokağın sonunda tesisatçı yanımdan ayrıldı. Gökyüzü yıldızlıydı. Bu geceyi biraz sevmiştim. Havadaki sonbahar kokusu ve göğün lacivert renginde parlayan sönük yıldızlar ile bir bahar şarkısını içimden söyleyerek eve doğru gitmeye başladım. Van Gogh kulağını kesmeden önce nasıl yürüdüyse Provence’in sokaklarında, ben de omzumdaki kafayla bu sessiz sokaklarda, yıldızlı geceyi seyrederek yürüdüm.
0 Yorum