Omzumda Bir Didar (Bölüm VII)

Karanlığın sonsuz siyahlıktan ibaret olmadığını, çok güneşli bir günde bile insanın kapkaranlık bir boşluğun içine düşebileceğini o gün anladım dostlar.31 dakika


64

            SİBİ SCRİBERE

            Odaya giren kadının sesiyle uyandım. Üstümdeki battaniye yere düşmüştü. Vücudum kendiliğinden irkiliyor, kimi zaman titriyor, uyuşmuş kolum hareket edemiyordu. Fakat ben bunların hiçbirini hissetmiyordum. Ayağa kalktım. Kadının üstünde kırmızı renkli bir elbise, boynundan gerdanına kadar uzanan altın renkli bir kolye ve kulaklarında her şeye göğüs gerecek ışıltıda küpeleri vardı. Dün göründüğünden çok daha güzeldi. Gözlerimdeki çapakları temizledi.

            “Hadi, hazırlan. Kıyafetlerini şifonyerin üzerine bırakıyorum. Herkes seni bekliyor aşağıda.”

            Çekmecesi olan her şeye farklı isimler veriliyor olması beni sinirlendiriyordu, ama bu umurumda değildi. “Duygu da aşağıda mı?” diye sordum.

            “Neden Duygu’yu merak ediyorsun?”

            “Hislerimin gelmesi için.”

            “O birkaç dakikalık sanrıdan mı bahsediyorsun? Hayatının bir değerinin olduğuna inanmak için mi? Birkaç dakika da olsa dünyayı değerli bir yer gibi görmeyi mi istiyorsun? Tüm bunların ne önemi var?”

            “Bir önemi yok. Sadece Duygu’yu istiyorum. Hislerimin gelip gelmemesi önemli değil. Omzumdaki kafayı doyurmam gerekiyor.”

            “Onu hiçbir şekilde doyuramazsın. Yapabileceğin en mantıklı şey, o kafadan kurtulmak. Onu oradan sökmemize izin vermen gerekiyor.”

            “Neden?”

            “Bu sanrıdan kurtulabilmen için. Onu doyurmak, ona hayat vermek gibi bir çabanın içine girmemen için.”

            “Daha sonra ne olacak? Ömür boyu hiçbir şey hissedemeyecek miyim?”

            “Ömrünün de bir değeri olmayacak. Şimdi nasıl önemsizse, yine önemsiz olacak. Ama en azından bu saçmalıkları umursamayacaksın.”

            “Zaten hiçbir şeyi umursayamıyorum.”

            “Umursayamamak gibi bir derdin de olmayacak. Bir şeyler hissetme imkânın olmayacağı için artık Duygu’ya ihtiyaç duymayacaksın.”

            “Aşağı inelim artık. Söylediğin her şey çok anlamsız.”

            Sessizce merdivenleri inmeye başladık. Omzumdaki kafayı örtmemiştim. Anladığım kadarıyla buradaki herkesin omzunda kafalar vardı. Kimileri ise kafaları söktürmüştü. Aşağı indiğimizde, gün ışığıyla bambaşka görünen evin geniş salonunda bulunan insanları süzmeye başladım. Gözlerim Duygu’yu arıyordu. Aslında bunu yapmamam gerekirdi. Omzumdaki kafanın ona doğru beni çekiştirmesini bekliyordum. Ama o, bunun yerine çok yüksek sesle çığlıklar atıyor, benim anlayamadığım bu durumun içinde acıyla şakıyordu. Ağzındaki gri salyaları etrafa püskürtüyor, acı çeken bir enik gibi ince çığlığıyla kulağımı patlatıyordu. Bir şeyler olduğunu anlamıştım. Duygu burada olmasaydı, kafa böyle bir tepki vermezdi. Ama onu göremiyordum. Ortalıkta ifadesiz suratlarıyla dolaşan insanların arasında, onun kıvırcık saçlarını, siyah bir inci gibi yekpare gözlerini arıyordum. Omzumdaki kafa beni sağa sola sürüklemeye başladı. Artık bağırmıyor, acıyla uluyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Ben etrafta bilinçsizce sallandıkça insanlar duvarlara doğru sürüklendi. Salonun ortasındaki büyük koltukta oturan kadını gördüğümde gözlerim bulanıklaştı. Görmeyi umduğum kişi karşımda değildi. O, tıpkı omzumdaki kafanın çıktığı günkü gibi donuk bir şekilde karşımda duruyordu. Fakat bir problem vardı, omzundaki kafayı göremiyordum. Üzerindeki kadife gömleğin sol omzu kesik değildi. Tek başına, muntazam bir bütün halinde, her şeyden daha güzel bir şekilde karşımda duruyordu. Kafanın uluması arttı. Onun çektiği acıya dayanamıyordum. Onu besleyemeyecektim artık. Duygu da tıpkı beni buraya getiren kadın gibi, omzundaki kafayı aldırmıştı. Bu şekilde nasıl yaşayacağımı bilemiyordum. Bunun öncesinde de bilemiyordum gerçi. Eminim, siz de bilemiyorsunuz nasıl yaşayacağınızı. Duygu’ya doğru yürüdüm. İfadesiz bir suratı vardı, benden daha hissizdi. Hiçbir şey hissedemiyor olsam da ona acıdım. Nasıl kandırmışlardı onu? Benimle bir daha beraber olamamayı, hislerimize kavuştuğumuz o birkaç dakikayı bir daha yaşayamamayı nasıl kabul etmişti? Kafa sakinleşince insanlar yine salonun etrafına yayıldı. Ufak daireler halinde, yalnızca sosyal görevlerini yerine getirme amacıyla sohbet etmeye başladılar. Duygu ise beni asla umursamadan, hatta gözlerime bile bakmadan öylece oturmaya devam ediyordu. Omzumdaki kafayı gözüne sokarcasına yanına oturdum. 

            “Nereye gitti omzundaki kafa?” diye sordum.

            “Aldırdım onu” dedi. “Dayanamadım bu çirkinliğe daha fazla.”

            “Ama, sen çok güzelsin.”

            “Belki şimdi çok güzelimdir. Ama omzumda o iğrenç şey varken öyle değildim. Beni himayesi altına almıştı. Hem hislerimi yok etmiş hem de sana bağlı kalmamı sağlamıştı.”

            “Bana bağlı olmaktan memnun değil miydin?”

            “Hiçbir şeyden memnun değilim ki ben. Memnuniyetin ne olduğunu bile bilmiyorum. Zaten, önemli değil bu.”

            Vücudumdaki tüm damarları kör bir hançerle söküp çıkarmak istedim. Duygu’nun ne yaptığı umurumda değildi, ama kafa çok üzgündü. Gözlerindeki karartıdan anlıyordum bunu. Karanlığın yalnızca sonsuz siyahlıktan ibaret olmadığını, dünyanın en güneşli gününde bile insanın kapkaranlık bir boşluğun içine düşebileceğini o gün anladım dostlar. 

            “Ama her gün geliyordun yanıma. Nasıl memnun olmazsın bundan?”

            O güzel kadın gibi samimiyetsiz bir gülümseme belirdi suratında. “Çünkü omzumdaki kafa öyle istiyordu. Sendeki kafa dışında hiç kimseye yanaşmıyordu o lanet çıkıntı. Mecburdum sana.”

            “Senin için hiçbir anlam ifade etmedim mi yani?”

            “Bu ne kadar saçma bir soru. Neyin anlamı var ki?”

            “Tabi, haklısın.”

            Bir şey diyemedim dostlar. Şimdi olsa ona tokat bile atardım. Senelerdir kaç kere üstünden geçtim bu konuşmanın. Ama karşımda o varken; güzel yüzüyle, lüle saçlarıyla yanımda otururken, hiçbir şey diyemedim. Omzunda tekrar kafa çıkmasını umdum. Ona olan sevgimi bir saniye bile olsa hissedebilmek, o pespembe dudaklarına bir öpücük kondurmak istedim. Bunların hiçbirini yapamadım. Bu lanet kafayı buradan söküp atsam bile hislerim geri gelmeyecekti. Büyük bir hayal kırıklığını bekleyerek ömrümü geçirdim. Hayattaki tek gayemi, bu kahrolası hayatın devamlılığını sağlayan tek organizmayı kaybetmiştim. Artık yaşamanın ne anlamı vardı, ya da ölmenin? 

            Bana neden böyle olduğunu bilmiyordum. Bu insanların hepsi omzundaki kafaları söktürmüştü. Ama ben, onun gitmesini istemiyordum. En azından, tekrar bir şeyler hissedebilme ihtimalimi yok etmek, tamamıyla amaçsız şekilde hayatımı sürdürmek istemiyordum. Kurak topraklardaki bir damla su gibiydim bu dünyada. Artık evimi, eski hayatımı, hatta Duygu’yu bile istemiyordum. Aklımdaki kurnazlıklar da bir bir yok oluyordu. Anlayamıyordum bu gezegeni. Onca çöp nereye gidiyordu? Neden nankörlük kedilere, kurnazlıksa tilkilere mâl ediliyordu? Bunların hepsini insanlar yapmıyorlar mıydı? Burayı koskoca bir çöplüğe çeviren şey, bizim bitmek tükenmek bilmeyen kibrimizden değil miydi? Sonuç olarak, ben Duygu’yu istiyordum. O ise omzundaki kafadan kurtulmayı. Ömrü boyunca tüm hislerinden feragat etmek zorunda olduğunu bildiği halde ondan kurtulmayı istiyordu. Buna akıl sır erdiremezdim dostlar. Siz de bu olanlara akıl sır erdiremiyorsunuz, biliyorum. Ama hepsi yaşandı bunların. Lanet kafamın içinde, beni sürekli kemiren çirkin anılar bunlar. Şimdilerde Duygu ile yaşadığım o güzel günlerin -daha doğrusu dakikaların- anısı bile çirkin görünüyor bana. 

            Duygu’nun sözlerinden sonra o büyük salonda sessizce bekledim. Beni buraya getiren kadının bana doğru geldiğini gördüm. İsminin ne olduğunu merak etmem gerekirdi, umurumda değildi. 

            Yaklaşınca ayağa kalktım. “İsminiz neydi?” diye sordum.

            Gülümsedi, “Senin ismin ne?” diye sordu. 

            Sanki bilmiyordu ismimi şirret kadın! Duygu’yu da almıştı elimden. Eğer hislerim olsaydı pılımı pırtımı toplamadan çeker giderdim oradan. Sahip olduğum hiçbir şey yoktu gerçi. 

“Cengiz Tören” dedim -bilirsiniz Cengiz Tören’i-.

            “Benim ismimin hiçbir önemi yok” dedi. “Ama buralarda herkes bana Doktor der, sen de öyle söyle istersen.”

            Kafaları bu kadın mı söküyordu yoksa? “Yoksa, bu kafaları sen mi söküyorsun?”

            Gülümsedi. Hiç bitmiyordu göz alıcı gülümsemesi. Sonsuza kadar süren bir ziyafet gibi gezdiriyordum dudaklarını beynimin içinde. Ama bunların hiç önemi yoktu. 

“Onları yerleştiren de benim, yok eden de.”

            “Nasıl yani?”

            “Bunları sana anlatamam Cengiz. Zaten anlayamazsın da. Tüm dünyayı ilgilendiren bir şey bu. Omzundaki kafanın nereden geldiğini mi merak ediyorsun? Senin içinden geldi. Biz sadece aracı olduk.”

            “Bu söylediklerin saçmalıktan ibaret. Duygu’nun omzundaki kafayı sen mi yok ettin?”

            “Söyledim ya, yok eden de benim, var eden de.”

            “Sen mi seçiyorsun bu insanları? Yani, beni sen mi seçtin, neden bu kafa çıktı omzumda, büyük bir günah mı işledim yoksa?”

            “Benim kararlarımı günahların etkileyemez. Tercihlerimi neye göre yaptığımı da söyleyemem sana. Ama eğer omzunda bu kafa çıktıysa, içten içe, belki de farkına bile varmadan sen istemişsindir bunu.”

            “Ben hiçbir şey istemedim. Kim ister ki bu iğrenç şeyi?”

            “Zaten ömrün boyunca ne zaman aynaya baksan, iğrenç bir şey görmedin mi? Siz, kendinizi sevemeyenlersiniz. Önüne gelen imkanları göremeyen, görse de onlara ulaşmaya çabalamayan; toplumun hastalıklı, mutsuz insanlarısınız. Evrensel düzene ayak uyduramayan, ayak uyduranlardan ise nefret eden azınlıksınız. Bu yüzden, omzunuzda kafalar çıktı. Hisleriniz vücudunuzdan alındı. Artık kimseye zarar veremezsiniz.”

            “Ben kimseye zarar vermedim ki zaten. Kendi halimde yaşayıp gittim. Mutsuzluğumu bile kimse bilmedi.”

            “Kendi halinde yaşayıp gidenler, bu kafayı en çok hak edenlerdir. Hislerinizi dile getirmeseniz bile tüm evrene zarar veriyorsunuz. Dünya üzerindeki o mutlu düzeni, sonsuz sanrıyı bozuyorsunuz. Yeryüzünün üzerindeki irin dolu sivilcelersiniz siz.” Bunları söylerken gülümsemesi devam ediyordu. 

            “Ama senin omzunda da kafa vardı.”

            “Dünyaya en çok zarar veren kişi bendim çünkü.”

            “Aktivist miydin?”

            “Daha da kötüsü, siyasetçiydim.”

            Gülümseyerek, “Hem doktor hem de siyasetçi. Diğer herkes gibi” dedim. “Ne olursan ol umurumda değil. Söylediklerini anlamıyorum.”

            “Artık omzundaki kafayı almamızın zamanı geldi. Bundan sonra hiçbir şey hissedemeyeceksin. Tıpkı bir robot gibi, duygusuz bir şekilde yaşayacaksın bu hayatı. Toplumlar ne isterse sen de ona sahip olacaksın. Böylelikle kimseye bir zararın olmayacak. İnsanlığa faydan olsun istemez misin?”

            “Dünyaya zarar verme pahasına mı?”

            “Şimdi ne demek istediğimi anlıyorsun.”

            “Sizin işinize karışmayayım yani.”

            “Evet. Sadece o kafayı almamıza izin ver. Hem, kim ister ki o iğrenç şeyle yaşamayı.”

            “Haklısın, ama benim hislerim yok. Bu kafa burada olsa da hiçbir şekilde rahatsız olmam. Duygu da olmayacaksa hayatımda, bu şekilde yaşar giderim.”

            “Eğer kafayı almamıza izin verirsen Duygu ile beraber yaşamana izin veririz. Hatta, size güzel bir ev veririz. Her ay bizim için çalışıp faturalarınızı, kiranızı ödersiniz.”

            “Duygu beni istemiyor. Ben ise onu istediğimi bildiğim halde onu isteyemiyorum. Çünkü omzumda bir kafa var.”

            “Herkesin omzunda bir kafa var.”

            “Biliyorum, herkesin omzunda kokuşmuş, irin dolu kafalar var.”

            Sibi Scribere (İnsanın kendisi için yazması): Yazar, gelecek nesil için değil kendi geleceği için yazar, yani yaşlılığı için. O zaman da kendinden zevk alabilmek adına -tıpkı Cengiz Tören gibi-. (Friedrich Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca, cilt II, İlya Yayınevi, Syf. 59)

[zombify_post]


Beğendin mi? Arkadaşlarınla paylaş!

64
Talha Çakan<span class="bp-verified-badge"></span>

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir