Omzumda Bir Didar (Bölüm V)

Beni tanıyorsunuz artık. Ben Cengiz Tören. Topluma hiçbir faydası olmayan, fikirsiz ve aşağılık bir insanım. Bundan daha fazlasını istemiyorum. 39 dakika


              Öyle yalnızdım ki o dönemler, sabahları uyandığımda sanki sofrada tüm ailem varmış gibi kahvaltı ediyordum. Gülüyor, eğleniyor; hayatımın bir anlamı varmış gibi davranıyordum. Ben hiç kimseydim arkadaşlar. Ayrıca, günlerce susuz kalmış olmasına rağmen yaşamaya devam eden bir hamam böceği gibi besinsiz sürdürüyordum bu lanet hayatı. İşten kovulmuştum, kiramı ödeyemiyordum. Her akşam çaresiz bir şekilde Duygu’nun gelmesini bekliyordum. Duygu’dan daha önce bahsetmiştim. Omzundaki kafayı yedirmeye çalışan o muhteşem kadın. Yanlışlıkla öpüştüğüm ve sonraki günlerde yine yanlışlıkla öpüştüğüm muhteşem kadın. Size ondan biraz daha bahsetmek istiyorum. Saçları kıvırcıktı, fakat olağanüstü bir kıvırcıklık değildi bu. Sokakta, evde, tuvalette; hayatın herhangi bir yerinde gördüğümüz kıvırcıklardandı. Gözleri mavi ya da yeşil değildi. O, tüm insanlara benziyordu. Sokakta, evde, tuvalette ya da herhangi bir yerde gördüğüm insanlarla aynıydı. Omzundaki kafa çıkmadan önce de hiçbir ilgi alanı, bir mesleği, olmak istediği bir şey yoktu. Bunları öğrendim dostlar; onun ne kadar basit ve tekdüze bir hayat yaşadığını, bir şeyleri hissederken bile bunlar için çaba göstermediğini öğrendim. Hiçbir zaman estetik ameliyat yaptırmak istemediğini, görünüşünden nefret ettiği halde bunu değiştirmek için çaba göstermediğini öğrendim. Beni her şekilde kabul edeceğini, kendime olan akıl almaz nefretimin onu hiçbir şekilde etkilemeyeceğini, beni sevmeye devam edeceğini öğrendim. İnsan başka ne ister ki? Ben bir şey istemem. Duygu yanımda oldukça bir şeyler hissetmiyor oluşumun herhangi bir anlamı olmaz. Bu şekilde ömrümü geçirebilirdim dostlar. Zaten herkes bir şekilde ömrünü geçiriyor, evler ve arabalar alıyor, saçma sapan miktarda çoluk çocuğa karışıyor. Ben bunları hiçbir zaman istemedim. Ben, her koşulda beni sevebilmeyi başaran, varlığımı kendi çapında bir anlam ile münasebet haline getiren bir insan istedim hayatımda. Omzumdaki kafaya rağmen bunu istemeye devam ettim ve ömrüm boyunca bu kati arzudan daha ötesini elde edemedim.

            Onu seviyordum. Onu bir çiçeği ya da devrimi sever gibi değil, onu, omzumdaki kafayı sevdiğim gibi seviyordum. Duygu’ya olan sevgimin miktarını; hissetmediğim tüm anlar ile karşılaştırarak onu seviyordum. Hiçbir şeyin hiçbir anlamının olmadığı bir zihin ile seviyordum onu. Hatta bu sevginin etkisi ile tüm insanların omuzlarında kafalar çıkmasını, bunun bir virüs gibi yayılarak herkesi etkilemesini istiyordum. Çünkü sahip olduğum şey, omzunda kafa çıkmayan bir insanın başına gelemez, bunu biliyordum. Çok kötüydüm sayın insanlar, herkes kadar kötüydüm. Ayrıca bunun ne ötesini ne de berisini istiyordum. Halimden memnundum, hem de hiç olmadığım kadar memnundum. Saatlerce çişini tuttuktan sonra kumuna ulaşan sefil bir kedi kadar memnundum. Eğer söylediklerime anlam veremiyor, tüm bunların saçmalıktan ibaret olduğuna inanıyorsanız anlatacağım hikâyeyi dikkatle dinleyin! Ben yalnız bir insandım. Çevremde beni seven binlerce insan olsa bile yalnızdım. Hatta bu durumu anlatan bir kelime bile ürettim. Size saçma gelecektir, biliyorum. Kendime, “Varsız” dedim. Sen varsızsın. Senin yaşamın, anlamsız cam parçaları halinde birbirini tamamlamaya çalışarak ait olduğu yere gitmeyi reddediyor. Ben varsızım dostlar. Bunu anlatacak birçok cümle bulunabilir, ama ben aldığım her nefesi son nefesim gibi, varlığım asla son bulmayarak bu renksiz evrende devam edecekmiş gibi kendime varsız diyorum. Bir hayatım yok diyemem, bir hayatım var da diyemem; ama varsız olduğumu, bir hayatım olsa da bunun bir anlamının olmadığını söyleyebilirim. Artık ağlamak istemiyorum dostlar, beni anlayın istiyorum. Beni gerçekten anlayın istiyorum. Bunu okurken ansızın duraklayıp, “Anladım canım” falan demenizi istemiyorum. Beni anlayın dostlar! Omzumda bir kafa var. Aslında herkesin omzunda irin dolu, kokuşmuş kafalar var. Beni anlayın dostlar, dünyanın en cahil insanına salladığınız o umutsuz kafalarınızı bana doğru çevirin. Ne kadar haksız olduğumu yüzüme vururcasına onaylayın beni. Yuhalayın, tükürün suratıma! Önemli değil dostlar. 

            Hiçbir zaman depresif yaşayan bir insan olmadan, hayattaki tüm duygularımı belirli seviyede, istediğim kadar yaşayarak kimsenin bana haksızlık etmesine izin vermedim. Karşımda bacak bacak üstüne atılmasından rahatsız olmadım. Sakız çiğnemekten de hep nefret ettim. Buna şaşacaksınız belki ama hiçbir zaman kusmadım. Hıçkırmadım. Ağlayıp ağlamadığımla ilgili bir şey söyleyemem, bununla ilgili birçok dedikodu dolanıyor. Neyin ne olduğunu bilmeden, anti entelektüel bir şekilde tüm elitlere küfrettim. Çevremdeki hiçbir sanat eserinden, kültürden ya da toplumdan etkilenmedim. Omzumda bir kafa çıkması hayatımı çok değiştirmedi aslında. Belki de böyle yaşadığım için bunlardan rahatsız olmuyordum. Neden yaşadığımı anlayabilmek için denize baktığım zamanlar olmuştu, şimdiyse denize bakma ihtiyacı bile duymuyorum. Artık bir mağaranın içinde, kokuşmuş yarasalarla bile yaşayabilirim. Bu gece tanrıyla konuştuğumu iddia edebilir, size olan nefretimi tarafsız bir şekilde kusabilirim. 

            Duygu ile uzun süre bir arada kalamıyorduk. Belli bir süre sonra kafaları örtüyor olsak da birbirlerini hissetmeye, durmaksızın, leş hayvanları gibi varlıklarını beslemeye çalışıyorlardı. Ona olan hislerimi nasıl tanımlayacağımı bilemiyordum. Omzumdaki kafa çıkınca böyle oluyordu, hiç bitmeyen bir sigarayı sonsuza kadar içmek zorundaymışım gibi anlamsız debdebeler içinde yaşıyordum. Duygu ile çok uzun süredir görüşüyor olsak da birbirimizi tanıyamıyorduk. Çünkü kafalar tekrar çıkmadan önce çok kısıtlı bir süremiz oluyordu. O sırada konuşmalı mıydık, yoksa sevişmeli miydik; işte buna karar veremiyorduk. Biz hislerimizi toparlayana kadar ise omuzlarımız kabarmaya başlıyor, bu hissiz aleme tekrar sürükleniyorduk. Bizim hissettiğimiz şey, aslında tüm insanların düşünceleriyle aynıydı. Hayatlarımızı potansiyel bir süreçte birleştirme çabası içinde, aslında ne olduğumuzu anlamaya çalışıyorduk. Ama tüm çabalarımız sonucunda yine hiçbir şey anlayamıyor, yaptığımız her şeyin devamında birbirimizi gerçek manada hissedebilmek için mantıklı kararlar vermemiz gerekiyordu. Zaten ben tek başıma hiçbir şeyi beceremem. Çoğu zaman çişimi tutarım, nefret ederim o idrar çukuruna gitmekten. İnsanlarla konuşmayı da sevmem. Bulunduğum her şehirde kaybolur, yapacağım her şeyi unuturdum. 

            Beni tanıyorsunuz artık. Ben Cengiz Tören. Topluma hiçbir faydası olmayan, fikirsiz ve aşağılık bir insanım. Bundan daha fazlasını istemiyorum. Hiçbir şeye duyarlılık gösteremiyorum. Acı çeken hayvanların yanından, onlara birilerinin yardım edeceğini bildiğim için yürüyüp geçiyorum. Yol kenarında ağlayan bir dilenci gördüğümde kafamı yere eğiyor ya da karşı kaldırıma yürüyorum. Benden nefret edin istiyorum dostlar. Çünkü birini sevmek zordur. Bu, bir çatalla çorba içmeye çalışmak gibidir. Ama eğer nefretinizi kazanırsam -ki bu benim için bir başarıdır- en azından bana dair bir şeyler hissetmiş olacaksınız. Kendimi bu kadar yalnız hissetmem belki dostlar. Bu kadar kaybolmam dünyada. Belki varlığımın bir anlamının olduğuna bile inanabilirim. Beni hiç kimse fark etmez. Katillerin, hırsızların, yan kesicilerin yanından geçerim; dönüp bakmazlar bile bana. Hiç kimse paramı, canımı, hislerimi istemez. Nefret bile etmezler benden dostlar. Bir hayalet gibi dolanıyorum sokaklarda. Cengiz Tören’i kimse bilmez, acımazlar ona. Bunu değiştirmek için de hiçbir şey yapamam. Omzumdaki kafa benimle olduğu müddetçe hiçbir şeye ihtiyaç duymayacağım. Kendimi paralamak yerine kirasını ödeyemediğim evimde hiçbir şey yapmadan oturacağım. Kulağımdaki çığlıkları dinleyerek hissiz bir uyku çekeceğim. Duygu’yu beklemeden, onun geleceğinden emin olarak duracağım burada. İçki içmeyeceğim, kitap okumayacağım, insanların arasında söyleyebileceğim havalı cümleler geçirmeyeceğim aklımdan. Çişimi tutmaya devam edeceğim. Dünyayı kirletmeyi reddederek, varlığımın ne kadar büyük bir çöplük olduğunu anlatacağım size. 

*****

            O gün iş görüşmesine gidecektim. Ama omzumdaki kafayı çok iyi bir şekilde saklamalıydım. Çünkü iş ilanında kronik rahatsızlığımın olmaması gerektiği yazıyordu. Belki bu kafa oldukça kronik bir durumdu ama bir rahatsızlık değildi. Tam aksine, tüm rahatsızlıklarımı alıyordu benden. Önceki gün, Duygu ile birlikte iş görüşmesinin provasını yaptık, ama ikimiz de hiçbir şey hissedemediğimiz için mülakatın nasıl geçtiğini bilmiyorduk. Bu hiç umurumda olmadı. Kirayı ödemek zorunda olduğum için iş arıyordum. Bir ucube olarak acımasız bir sirkte de çalışabilirdim. Fakat eğlence sektörüne fayda sağlayacak bir durumda değildim. Artık tamamen içgüdülerimle hareket ediyor, ihtiyaçlarımı hiyerarşik bir düzende gidererek yaşamımı sürdürüyordum. Belirli aralıklarla yemek yemeyi, su içmeyi, tuvalete gitmeyi, çiftleşmeyi istiyordum. Bunlardan hiçbir şekilde keyif almıyor, tıpkı omzumdaki kafa gibi tepkisiz bir şekilde yaşıyordum. 

            Kafayı saklayabilmek için omzuma bir kutu geçirdim. Daha sonra iş görüşmesine gittim. Teslimat yapmak için geldiğimi zannettiler. Ben de basit bir yalan uydurdum. Kıyafetimin bir kısmına yapıştırıcı döküldüğünü, bu kutunun da yapıştırıcı dolu olduğunu, bu yüzden omzuma yapıştığını ve görüşmeye gecikmemek için üstümü değiştirmediğimi söyledim. Sekreterin şefkatli bakışlarından anladığım kadarıyla bana inanmıştı. Patronun odasına girdim. 

            Elindeki kâğıda baktı. “Cengiz Tören” dedi.

            “Evet” dedim. Bu kafa çıktığından beri her şeye evet diyordum. Söylediğim hiçbir sözden sorumlu değildim.

            “Bu omzundaki ne? Yere koysana onu.”

            Rol yapamıyordum, ama yalan söylemek zorundaydım. “Arkadaşımın kırtasiye dükkanına birkaç koli taşıyordum. Hava çok sıcak olduğu için bu kolideki yapıştırıcıların hepsi patlamış. Ben taşırken omzuma yapıştı. Ben de görüşmeye geç kalmamak için üstümü değiştirmedim.”

            Güldü. “Ne şanssız adammışsın yahu!” bir anda ciddileşti. “Burada ne iş yaptığımızı biliyor musun?” diye sordu. 

            “İlanda satış elemanı aradığınız yazıyordu. Ben oldukça tecrübeliyim.”

            “Ne sattığımızı biliyor musun?”

            “Bilmiyorum.”

            “Her şeyi satıyoruz. Ucuza aldığım her türlü eşyayı pazarlatıyorum size. Yapacağın iş bundan ibaret, eğer daha önce bir şeyler sattıysan sattığın şeyin hiçbir öneminin olmadığını da bilirsin. Bu konuda yetenekliysen eminim bana bolca para kazandırırsın.”

            “Ben kazanacak mıyım?”

            “Bana para kazandırdıkça sen de kazanacaksın. Benim için paradan daha değerli hiçbir şey yoktur Cengiz. Senin için de öyle mi?”

            “Aslında benim için değerli olan hiçbir şey yoktur. Ama bu önemli değil, satış yapabilirim.”

            “Bu işi almak için yalvarmayacak mısın yani?”

            “Beni işe alıp almaman umurumda değil. Ama yerinde olsam şansımı denerdim.”

            Lekeli dişlerini göstererek çirkin bir şekilde güldü. “Ne zaman başlayacaksın işe?” diye sordu.

            “Yarın sabah gelirim” dedim. Yapacak başka bir işim yoktu zaten. 

            “Sana sadece bir şans veriyorum. Yarın beni memnun edecek oranda satış yaparsan çalışmaya devam edebilirsin.”

            Ayağa kalktım. Satış yapıp yapmamak umurumda değildi. Sadece kiramı ödemek istiyordum. Bir aslandan bilinçsizce kaçan güçsüz bir geyik gibi hayatta kalmaya çalışıyordum. Bu yüzden, hangi durumda olursam olayım satış yapmak zorundaydım. “Pişman olmayacaksın” dedim. Ona “siz” diye hitap etmem gerekirdi. Kurallar bu şekilde olsa da bunu umursamıyordum. Canım ne isterse onu yapıyordum, çoğu zaman canım hiçbir şey istemiyordu. Söylediğim gibi, hayatta kalmaya çalışan çelimsiz bir geyikten farksızdım. Omzuma geçirdiğim kutuyu tutarak binadan çıktım. Birkaç hafta önce o Rus edebiyatı özentisi tesisatçıyla karşılaştığım sokaktan geçerken, beraber oturduğumuz meyhaneyi gördüm. Oraya girmeyi düşündüm ama bu anlamsızdı. Benim için fark etmiyordu, omzumdaki koliyi tutarak içeri girdim. Tesisatçı aynı yerde oturuyordu. Masada üç tane boş şişe vardı. Bir şişeyi de durmaksızın kafasına dikiyordu. Tavrından anladığım kadarıyla oldukça sarhoştu. Garsonlar bana bakıyor, beni bir yerden hatırlar gibi kaçamak bakışlarla omzumu süzüyorlardı. Tesisatçı, elindeki şişeyi masaya vurdu ve bir şişe daha istedi. O sırada beni fark etti. 

            Kelimeleri zar zor toparlayarak, “Sen mi geldin aziz dostum, hoş geldin” dedi. “Gel, otur şöyle karşıma, sana birkaç kadeh içki ısmarlayayım.”

            İstifimi bozmadan karşısına oturdum. Önüme bir şişe içki geldi. Ben de tıpkı bu sarhoş adam gibi, içkiyi şişeden içmeye başladım. Nasıl olsa sarhoş olmayacaktım.

            “Seni görmeyi hiç ummuyordum” dedim.

            Şişeden büyük bir yudum aldı. “Ben de seni görmeyi ummuyordum” dedi. 

            “Eskiden, sabahları uyandığımda gözlerimi açamazdım. O sırada nerede olduğumu düşünür, gözlerimi açana kadar bulunduğum yerle ilgili yorumlar yapardım. Hatta kendimi hiç olmadığım ve olamayacağım yerlerde hayal ederdim. Gözlerimi açtığımda ise hiç beklemediğim bir yerde, yani odamda olurdum. Sana da oluyor mu böyle? Sürekli içki içtiğin için soruyorum. Yatağa nasıl yattığını hatırlamıyorsundur herhalde.”

            “Oluyor tabi, olmaz mı? İnsan, olmak istediği yerlerin hayalini kurmaktan kendini alıkoyamadığı için bulunduğu yerin kıymetini asla bilmez. Ben de bir insanım aziz dostum. Görüyorsun ya sürekli, burada oturup saatlerce içki içiyorum. Olduğum insandan kaçabilmek için her gün sarhoş ve avare bir şekilde geziyorum. Çünkü ben olduğum şeyden fazlasıyım.”

            “Madem fazlası olduğunu düşünüyorsun, neden bunun için çabalamıyorsun?”

            “Çabalıyorum, çabalamaz mıyım hiç?”

            “Ne yapıyorsun?”

            “Sarhoş oluyorum. Olduğumdan daha fazlası olduğumu kanıtlayabilmek için sürekli sarhoş geziyorum. Başarısız ve bomboş geçmiş olan hayatımın bir anlamı olduğuna inanabilmek için kendimi içkiye vuruyorum. Beni anlıyor musun dostum? İnsanlar beni sevmiyor. Sevseler de bunu göstermemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bunun, utanç verici bir şey olduğunu düşünüyorlar. Ben utanç verici bir insanım. Çünkü benim düşüncelerim, yalnız başına cesedinin çürümesini bekleyen ihtiyar bir adam gibi kafamın içinde çürüyüp gidiyor. Hiçbir şeyin gerçek olduğuna inanamıyorum. Beni anlayabiliyor musun aziz dostum? Otuzlu yaşlarımı geçmiş olmama rağmen hayatın bana sunduğu hiçbir şey olmadı. Sokaktaki insanlar benim bir ayyaş olduğumu düşünse de ben hepsinden fazlasıyım dostum.”

            “O zaman neden hiçbir şey yapmıyorsun?”

            “Söyledim ya, yapıyorum. Burada oturup her şeyin ne kadar anlamsız ve kıymetsiz olduğunu düşünüyorum. Yaptığım hiçbir şeyin gerçek karşılığını göremeyeceğimi, bu hayatın her zaman geniş bir hapishaneden ibaret olduğuna inanıyorum. Kendimi içkiye veriyorum dostum, daha ne yapayım?”

            “Söylediklerinin hiçbir anlamı yok benim için. Ben sanki, sürekli ağlıyor gibiyim. Ama bir yandan da yaşadığım hayatı uzaktan seyrederek kahkahalar atıyor gibi. Hem mutlu olmayı istiyor hem de hüzünlenmek istiyorum. Bu hayatın bir anlamının olduğuna inanabilmek istiyorum. Ama tüm düşüncelerimin sonunda yine bomboş, haksız bir zihinle karşılaşıyorum.”

            Söylediklerim karşısında hiç tepki vermedi. Dirseğini masaya koydu ve kafasını taşımaya başladı. Zihnini kaldıramayan bu adam, tıpkı vahşi hayvanlar gibi kuvvetine sarıldı. Ne yapmak istediğimi bilmiyordum. En iyisi, eve gidip Duygu’yu beklemekti. Bu konuda endişeli değildim. Gelip gelmemesi arasında bir fark yoktu. Ne de olsa, hiç beklemediğim anlarda gecenin gelmesi gibi, o da gelecekti.


Beğendin mi? Arkadaşlarınla paylaş!

Talha Çakan<span class="bp-verified-badge"></span>

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Choose A Format
Personality quiz
Series of questions that intends to reveal something about personality
Trivia quiz
Series of questions with right ve wrong answers that intends to check knowledge
Story
Formatted Text with Embeds ve Visuals
Video
Youtube ve Vimeo Embeds
Audio
Soundcloud or Mixcloud Embeds
Image
Photo or GIF