Omzumda Bir Didar (Bölüm IV)

Size her şeyi açıklayamam dostlar. Benim hayatım; doldurulmamış mezarların içinde, sefil ve biçare bir şekilde geçti. 39 dakika


69

             CENGİZ TÖREN

             Neden yaşadığımı bilmiyordum. Hayatın, anlamsız bir bütünden oluşarak tüm benliğimi sarmış olduğunu düşünüyordum. O dönemler sahip olduğum hiçbir şey yoktu. Gereksiz laf kalabalığından ibaret kitaplardaki umutsuz karakterler gibi etrafta dolanıyor, oynadığım rolün çatışma noktasını kavramaya çalışıyordum. Ne aptalmışım. Şimdilerde ise kendime kurduğum düzenek sayesinde hayatımı gerçek bir inziva halinde sürdürüyorum. Omzumdakini sevmeye başlamıştım. Artık benim için bir uzuv, hatta ulvi bir duyu organı olmayı başarmıştı. Herkesin omzunda bir kafa vardı. Onunla yaşamayı öğrenmek ise bu hayattaki en büyük, en zor çabaydı. 

            Kadın kapıdan çıktıktan sonra omzumdaki kafa iyice büyümüş, tüm hislerimi elimden almıştı. Ama biraz önce hissettiğim her şey tazeliğini koruyor, o an her şey anlamsız gelse de düşünebilmek için yeterli materyale sahip oluyordum. Kendimi yatağa attım. Omzumda kafa çıkalı yalnızca bir gece olmuştu. Rüyalarıma ne olacağı ise belirsiz bir konuydu. Yine de uyumak; her zaman olduğu gibi beni bu dünyadan kurtaracak, tıpkı omzumdaki kafa gibi tüm dertlerimi, tasalarımı vücudumdan arındıracaktı. 

            Kafanın çığlıklarıyla uyandığımda güneş doğmuştu. Penceremden baktığım zaman yalnızca gökyüzünü görüyordum. Odamda güzel gölgeler yaratacak bir ağaç yoktu. Hiç susamadığım halde su içtim. Yataktan kalkacağım sırada çalışma masamın üzerinde duran telefon çalmaya başladı. Telefonu açtım. 

            “Neden işe gelmiyorsun iki gündür?”

            Normalde böyle bir soru karşısında endişelenmem gerekirdi. Hiçbir şey umurumda değildi. 

            “Biraz hasta gibiyim. Sizden birkaç gün izin istiyorum.”

            Patronumun sesi oldukça hırıltılıydı. “Ofise uğra bugün, konuşuruz.”

            Telefonu kapattım. Omzumdaki bu çıkıntıyla oraya nasıl gidecektim? Zaten orda çalışmayı hiçbir zaman istememiştim. O zamanlar ne iş yaptığımı çoğu insan bilmez. Ama size söyleyeceğim. Hatta söylemek ile söylememek arasında hiçbir fark olmadığını bildiğim halde bunu yapacağım. Benim durumumdaki bir insan için karar vermek hem çok kolay hem de çok zordur. Çünkü omzumdaki kafa çıktığından beri hayatımdaki her şey incecik ve keskin bir ipin üzerinde dengesini sağlamaya çalışıyor. O dönemler satış görevlisiydim. On beş kişinin çalıştığı bir ofiste insanları arayıp onlara satış yapmaya çalışıyorduk. Ne sattığımızı ise söylemekten utanmam gerekirdi. Ama kendimi önemli biriymiş gibi gösterip göstermemek umurumda değil. Düğme satıyordum dostlar. Mont düğmeleri, gömlek düğmeleri, pantolon düğmeleri satıyordum. Renkli renkli düğmeler satıyor, aldığım komisyonla da kiramı falan ödüyordum. Zaten hiçbir zaman sevdiğim bir işimin olmasını istememiştim. Kiramı ödeyebiliyor olmak bana yetiyordu. Eğer bu kafa, omzumda çıkmadan önce insanlar arasında bir tercih yapmak zorunda kalmışsa, en doğru kişiyi seçmiş diyebilirim. Çünkü hislerim benim için asla önemli olmadı. Kişisel zevklerim, sadece bana has olan havalı özelliklerim yoktu. Hatta böyle olması belki de daha iyiydi. Omzumda bir kafa olması hayatımı daha önemli, daha dikkat çekici bir hale sokabilirdi. 

            Omzuma örtü örtüp dışarı çıktım. Ofise gittim. Bodrum katındaki havasız ve pis kokan ofiste bulunuyor olmak beni rahatsız etmemişti. Bu şekilde daha verimli çalışabilirdim. İş arkadaşlarımın tuhaf bakışlarına aldırmadan patronun odasına girdim. Sesi, telefondaki gibi hırıltılı, sinirliydi. Önce şaşkınlıkla omzumdaki çıkıntıya baktı. Daha sonra gözlüğünü takarak beni biraz daha seyretti.

            “Omzunda kuş kafesi mi taşıyorsun, bu da ne böyle?”

            “Önemli bir şey değil” umursamazca, “Birkaç gün izin istiyorum” dedim.

            Omzumdaki çıkıntıdan gözlerini ayırmıyordu. “Bu omzundaki ne?” diye sordu.

            İşimi kaybetmemek için örtüyü kafanın üzerinden çekmeliydim. Ama ofistekiler korkup bana zarar verebilirlerdi. Bunların hiçbiri umurumda değildi aslında. Tek derdim, lanet kiramı ödeyebilmekti. Hislerim olmasa da mantıklı düşünmek zorundaydım. Eğer mahremiyetim olmazsa bu kafayı tüm dünya görebilirdi. Kim bilir, böyle bir durumda tüm dinler tarafından dışlanır, ülkelerin bana deneysel anlamda sahip olma çabalarına maruz kalırdım. Örtüyü çektim. Kafanın simsiyah gözleri, ışığın etkisiyle parlamaya başlamıştı. Alnından ise iğrenç irin parçaları düşüyor, sıcakta bekletilmiş devasa bir sivilce gibi parçalanıyordu. Çığlık atmaya başladı, ama çığlıkları duyan tek kişi bendim. Daha sonra bu durum böyle olmadı. O konuya sonra geleceğim.

            Patronum önce burnunu tıkadı. Daha sonra gözlerini kapattı. Normal insan şaşkınlığını her zaman hayranlıkla izlemişimdir. Olağanüstü olayları kabul edemeyen beyinlerin bunu gizleme üzerindeki başarısı takdire şayandır. Ama bu sefer hayran kalmamıştım. Hayranlık duymanın nasıl bir his olduğunu bile hatırlamıyordum. Hiç çikolata yememiş tarım işçileri gibiydim hislerime karşı.

            “Bu omzundaki de ne? Benimle dalga mı geçiyorsun? Gerçek olamaz bu!”

            “Evet, olmamalı.”

            “Kukla mı taktın omzuna, ne bu böyle? Sende bir tuhaflık olduğunu başından beri biliyordum! Bak Cengiz, düğme satmak öyle kolay bir iş değildir. Kendini tamamen vermelisin bu işe. Ben size bu yüzden komisyonla ödeme yapmaya başlamadım mı? İşe gelmemek için omzuna bu iğrenç şeyi geçirmişsin. Saçmalık bu, saçmalık!”

            Karşımda oturup da bana, düğme satmanın çaba gerektiren bir iş olduğunu söylüyordu. Bu saçmalıklar karşısında sinirden köpürmeliydim. Görünmez zincirlerle bağlanmış gibiydi ellerim. “Sahte falan değil bu. Görmüyor musun gözlerini, hareket ediyor.”

            “Sen bunun için de bir bahane uydurursun. Tanımıyor muyum seni? İşe gelmemek için her şeyi yaparsın. Otobüsü kaçırırsın, uyuya kalırsın, annen, baban hastalanır. Onlarca amcandan biri ölür. Eğer böyle yapacaksan bir daha gelme buraya. Dışarıda bu işi yapmak isteyen bir sürü insan var.”

            Vardır tabi. Ama bu işi yapmak isteyen insanlar değildir onlar. Tek dertleri herhangi bir işte çalışmaktır. Bunları ona söylemek isterdim, ama lüzumsuzdu. O zamanlar bir düğme fabrikası açma hayalleri falan kurardım. Sevmediğim ne varsa üstüne gittim. Hayatımı bir su aygırı gibi çamurlu sularda, pislik içinde yüzerek harcıyordum. Bundan da keyif alıyordum doğrusu. Size yalan söyleyemem, zaten bunu yapmamın bir anlamı olmaz. Omzumdaki şey çıkmadan önce çok düzenliydim. Örneğin, kahve sehpasının üzerine hiçbir zaman sıcak bardak koymazdım. Bardak altlıklarım da zarar görmesin diye elimde taşırdım. Sonra üzerinden bir sene geçerdi ve ben bir gece, ansızın elimdeki bardağı sehpanın üzerine bırakırdım. Özenle koruduğum eşyalarıma bu şekilde zarar verir, hiçbir şeyi hak etmediğini düşündüğüm bedenime çektirdiklerimi keyifle izlerdim. Daha sonra o masada kabarmış yuvarlak bardak izleri oluşur, oluşur ve ona yaptıklarım için senelerce pişmanlık duyardım. Çevremdeki çoğu insan da bunu yapardı. Özenle korudukları güzelim eşyalarını belli bir süre sonra boşlar, seneler boyu doğru düzgün açmamış olan çiçeklerinin ölmesini sinsice bekler, iki ya da üç senelik ilişkilerini çirkin bir tabuta koyup boş arsalarda yakarlardı. Bu tür insanlardan nefret ederdim. Ama şimdi hiçbir şeyden nefret etmiyordum. Patronuma bağırmam gerektiğini biliyordum, ancak bunu yapacak öfkeyi kendimde bulamıyordum. Kafa çıktığından beri topluma çok yararlı bir serseri gibi yaşıyor, hayatımı kötü yazılmış bir senaryo gibi filme alıyordum.

            Patronun sözlerinden sonra ofisten çıktım. Hatta öyle bir çıktım ki oradan, örtüyü yanıma almadım. Unuttuğum için değil, örtüyü alıp almamak arasında bir fark olmadığı için bıraktım onu. Sokağa çıktım. Daha sonra aniden bir şeyi fark ettim. Ofise girdiğimde orası benim için dışarıdan farksızdı. Oradan çıktığımda ise dışarısı ofisten farksızdı. Yani, sonunda kafa omzumdayken de bir şeyler hissedebilmiştim. Yaşadıklarımın birbirinden ne kadar farksız olduğunu, yalnızca mekânın değiştiğini, geçmişimde yaşadıklarımı az da olsa anlamlandırabilmiştim. 

            Bu arada benim ismim Cengiz. Uzun süredir söyleme fırsatım olmamıştı. İnsanlar ismimi hiçbir zaman merak etmez doğrusu. Laf arasında falan da geçirmezler pek. Hatta ofisteki kimse de bilmez benim ismimi. Muhasebecinin bile bakmadığına eminim. Koca bir X’ten ibaret olduğumu biliyorum. Şehirleri dolu göstermesi gerektiği için ortalıkta dolanan, diğer insanların kendi hallerine şükredebilmeleri için var olan insanlardan olduğumu biliyordum. Nitekim, öyle olmasaydı herkes bu kafanın farkına varmış olurdu. Akrabalarımdan onlarca telefon gelir, çeşitli bitki çayları not alınır, çiğnemeden tüm sarımsakları yutmam söylenirdi. Halime şükretmem gerektiğine inandırmaya çalışırlardı beni. İki rekât namaz kılardım, annem gelip evin her yerini sirkeyle siler, evde var olduğunu bilmediğim gizli bölgelere muskalar yerleştirirdi. Kurşun dökme merasimlerinden bahsetmek bile istemiyorum. Bunların hiçbiri olmadı dostlar. Ben yalnız bir insandım. Cengiz Tören yalnız bir insandır. Cengiz Tören’in müthiş dostları vardır. Bu yüzden, Cengiz Tören’i asla arayıp sormazlar, çünkü onun, insanlarla konuşmayı sevmediğini bilirler. Aslında güzel bir hayatım vardı. Halimden memnundum. Ama kafadan sonra elimdeki tek gerçek duygu olan memnuniyetim gitmişti. İşte bu büyük bir problem olmalıydı. Neyse ki omzumda tüm hislerimi emen, irin dolu bir kafa vardı.

            Eve girdiğimde yağmur yağmaya başladı. Tüm pencereleri açtım ve perdelerimin ıslanışını umursamazca seyrettim. Akşam oldukça kafanın çığlıkları artıyor, mama isteyen bir ev hayvanı gibi bağırdıkça bağırıyordu. Şarap doldurdum. Ofisten çıktığımda hâlâ oradaymış gibi hissediyordum ya, eve geldiğimde ise hem ofiste hem de dışarıdaymış gibi hissediyordum. Bu durumu açıklamayı gereksiz buluyorum. Size her şeyi açıklayamam dostlar. Benim hayatım, doldurulmamış mezarların içinde, sefil ve biçare bir şekilde geçti. Kendimi hiçbir zaman bulamadım. Omzumdaki kafanın beni bu duruma soktuğunu düşünebilirsiniz. Ama o benim kötülüğümü istemiyor. Eriyen buzlara rağmen hayatta kalmaya çalışan bir kutup ayısı gibi, tamamen içgüdüsel bir şekilde, kendisine yeni yaşam alanları arıyor, karnını doyurabilmek için yeni yöntemler arayarak varlığını sürdürmeye çalışıyor. Eğer yaşamını sürdürebilmesi için hislerimi alması gerekiyorsa, bırakın alsın. Onu durdurmayı istemiyorum. Zira beni bu hayattan kurtaran şey, sefilliğimi hissetmemi sağlayan madde, bu kafaydı. Ne aşk kurtardı beni ne de müthiş bir hayat sürmüş olmam. Bu şekilde yaşamaktan memnundum doğrusu. Başka türlü yaşamış olsaydım da bu kafa omzumda olduğu müddetçe yine memnun olacaktım. 

            Birkaç kadeh şarap içtim. Ben alkol tükettikçe kafa, daha az çığlık atıyordu. Gözlerindeki karartı azalıyor, boş gözleriyle etrafı süzüyordu. Dün gece gelen kadını düşündüm. Onun çok güzel olduğunu biliyordum. Ama ona karşı hiçbir şey hissedemiyor olmak, bunun alenen gerçekleşen basit bir his konumuna erişememesi beni rahatsız ediyordu. Kafalar birbirini yedikten sonra ona dair hissettiğim her şey, çabucak yenen bir yemeğin verdiği hazımsızlık gibi şimdi benim onu sindirmemi zorlaştırıyor, onu alelade sevmek yerine hissettiğim tüm zamanları onun ruhu ile doldurmak istiyordum. 

            Kapı çaldığında saat gece yarısını geçmişti. Akşam boyunca şarap içmiş, müzik dinlemiş ve bir şeyler düşünmeye çalışmıştım. Kafa ile vakit geçirdikçe onu anlamaya, en azından omzumda bulunan bu taptaze uzvun varlığını hissetmeye başlıyordum. Çekmeceden bir örtü aldım ve kafanın üzerine geçirdim. Kapıyı açtım. Dün akşam gelen kadını karşımda gördüm. Bu sefer omzunda örtü yoktu. 

            “Kafayı örtmedim bugün. Hemen birbirlerini yesinler istiyorum. Bir bağımlı gibiyim artık. Kafanın bir an önce yenmesini ve bir şeyler hissetmeyi istiyorum. Açsana örtüyü. Sen örtüyü açmadan ikisi de birbirini yemek istemeyecek.”

            “Kafalar birbirini yedikten sonra hemen gidecek misin?”

            “Kafalar birbirini peş peşe yerse bu bizim için iyi olmaz. Gitmemi istemiyor musun?”

            “Gidip gitmemen arasında benim için hiçbir fark yok.”

            “Bana neden böyle bir soru soruyorsun o zaman?” kapıdan içeri girdi. Ayakkabılarını bile çıkarmadı. Böyle bir şeye katlanamamalıydım. “Hadi, çıkarsana şu örtüyü. Dayanamıyorum artık.”

            “Ben örtüyü çekmeden önce bana ismini söyle. Hiç mi nezaket öğrenmedin sen?”

            Yapmacık bir şekilde gülümsedi. “Nezaket de neymiş, bizim gibi insanlar arasında bunun ne önemi var?”

            “Senin için her şey önemsiz mi yani?”

            “Evet. Hadi, çıkarsana şu örtüyü!”

            “Nasıl bu kadar hevesli oluyorsun, hiçbir şey hissetmemen gerekmiyor mu?”

            “Ben zaten hiçbir şey hissetmiyorum. Belli bir süre sonra kafanın arzularına göre yaşamaya başlayacaksın. O başka bir kafayı mı yemek istiyor, işte sen de o zaman bir şeyler hissetmek isteyeceksin. Kendi çıkarı için seni kullanarak başka kafalara ulaşacak. Bunu yapıp yapmamak umurumda değil aslında. Ama kafa böyle istiyor, kendime engel olamıyorum.”

            “Ama engel olup olmamak da umurunda olmamalı.”

            “Evet, değil zaten. Buna rağmen yine de hissetmek istiyorum. Çıkar şu örtüyü, hadi!”

            Salona geçtiğimizde kadın artık dayanamıyordu. Örtüyü çekmeye çalışıyor, ben de tepkisiz bir şekilde onu seyrediyordum. Örtünün düşmesiyle kafalar hızlı ve kesik bir şekilde çığlık atarak bizi birbirlerine doğru itmeye başladılar. Omuzlarımız birleştiğinde kadının burnu dudaklarımın dibindeydi. Kafalar birbirini yedikçe kalp atışlarım hızlandı, önceki akşam olduğu gibi tüm hisleri aynı anda hissederek hüsrana uğruyordum. Ama karşımdaki güzel kadının gözlerine bakmak beni bu hüsrandan kurtarıyor, o nefes alıp verdikçe damarlarımdaki kanın heyecanla aktığını hissediyordum. Kadın ise gözlerini benden kaçırıyor, kimi zaman dudaklarını ıslatarak benden uzaklaşmaya çalışıyordu. Kafalar birbirini tamamıyla yedikten sonra daha fazla dayanamadım. Onu öptüm. Bunu öyle büyük bir istekle yaptım ki sizlere anlatamam. O an hissettiklerimi de size anlatamam. Fakat şu dünyada geçirdiğim tüm anların içinde o an kadar mesut ve sıcak bir an daha yaşayamadım dostlar. 

            Birbirimizi öptükçe omuzlarımız kabarmaya başladı. Bu sefer o kadar hızlı bir şekilde çıkıyorlardı ki birbirlerini bir daha yememeleri için birbirimizden uzaklaşmak zorunda kaldık. Kafa çıktıkça kalbimin atması azaldı, biraz önce yaşadığım duygu buhranı hızlı bir şekilde yok oldu. Acı çekmek için bile vaktim olmamıştı. Bunun bana çok büyük acılar yaşatması gerekirdi. Artık tıpkı kafaya olduğum gibi, bu kadına da bağımlı hale gelmiştim. Çantasından büyük bir örtü çıkarıp kafayı örttü. Daha sonra hızlıca kapıya doğru yürüdü. 

            “Gidiyorum. Yarın tekrar geleceğim” dedi.

            Gelip gelmemesi umurumda değildi. Kapıyı kapattım. Onu öpmenin nasıl bir his olduğunu bile anımsayamıyordum. Bu kafadan kurtulmayı dileyebilmek istiyordum. Ama öyle bir çaresizliğin içindeydim ki bunun çaresizlik olduğunu bile fark edemiyordum. O gece birkaç kadeh daha şarap içtim. Gökyüzü yıldızlıydı. Yatağa sırt üstü uzandım ve sessizce, hayatım boyuncayaptığım gibi, yeni bir sabahın daha gelmesini bekledim.

[zombify_post]


Beğendin mi? Arkadaşlarınla paylaş!

69
Talha Çakan<span class="bp-verified-badge"></span>

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir