QUASİMODO
Meyhanedeki insanların rahatsız edici bakışlarından kurtulabilmek için kafanın üzerini iyice örttüm. Sağ tarafımdaki kırmızı renkli duvara doğru yüzümü döndüm ve kaçamak cevaplarla sarhoş tesisatçının artık beni rahat bırakması için içten içe yalvarmaya başladım. Birkaç bardak içkiyi hızlı bir şekilde içmiş olmama rağmen hiçbir şekilde sarhoş olamıyordum. Ama omzumdaki kafanın çığlığı azalmaya başlamıştı. Sevmediği bir dostuyla vakit öldürmeye çalışır gibi bir hali vardı.
Tesisatçı, “Bana adını bile söylemedin. Benimle içki içmek istemiyor musun? Herkes çok eğlenceli biri olduğumu söyler” dedi.
Kendini beğenmiş ve arsız bir adamdı. Neyse ki onunla ilgili düşüncelerimin hiçbirini bilmiyordu. Diğer insanlar düşüncelerimi okuyabilselerdi, eminim tek dertleri beni öldürmek olurdu.
“İsmimi söylememe gerek yok. Aslında benim biraz işim var, sen yalnız devam edebilir misin bundan sonrasına?”
“Beni burada yalnız mı bırakacaksın? Sana inanamıyorum. Ben olmasaydım evini çoktan su basmıştı. Minnetini bu şekilde mi gösteriyorsun?”
Bu adamın nasıl biri olduğunu anlamaya başlamıştım. İçki içmeden önce kibar ve yüzsüz, içki içtikten sonra ise patavatsız ve daha fazla yüzsüzdü.
“En azından hesabın yarısını öde. Beni yarı yolda bırakacaksın diye buraya davet etmedim seni.”
Cebimden birkaç tane banknot çıkarıp masaya fırlattım. Omzumdaki örtü düşmesin diye sol elimle sıkıca tutuyordum. Garsonların bakışlarından kurtulabilmek için aceleyle meyhaneden çıktım. Hava kararmış ve saksağan kuşları çirkin sesleriyle uçuşmaya başlamışlardı. Eskiden saksağanları çok severdim. Omzumdaki kafa çıktıktan sonra hiçbir şeyi sevemez oldum. Tüm travmalarım da bu kafayla beraber yok oldu. Çünkü artık hiçbir şey hissedemiyordum. Beni korkutan, rahatsız eden, heyecanlandıran hiçbir şey yoktu. Üstelik, bu şekilde yaşamaya alışmama bile gerek yoktu. En büyük problemim, çişimin gelip gelmediğini anlayamıyor olmamdı. Omzumdaki kafa ruhumu ele geçirmiş, tüm hislerimi tek başına sindirerek beni, bu dayanılmaz hayattan kurtarmaya çalışıyor gibiydi. Tüm tutarsızlıklarımı da beraberinde hazmetmiş ve belli bir süre sonra benim yaşantımdan nefret ederek irinle dolmaya, dünya üzerindeki en tiksinilesi asalak olmaya başlamış gibiydi. Ne yapacağımı bilmiyordum. Evimin yolunu hatırlıyordum ama oraya gidip gitmemek arasında hiçbir fark olmadığını biliyordum. Hastanede gördüğüm diğer kafaları düşündüm. Acaba onlar ne yapıyordu? Kafayı bir testereyle kestiler mi? Bunları düşünmeye başladım. Muhtemelen omzunda kafa çıkanların bir kısmı hocalara götürülmüştür. Hatta eminim ki o kafalardan birine mukaddes bir muska takmışlardır. Ansızın peyda olan bu kafalardan kurtulabilmek için vücudumuzdan bir parçayı koparmak zorunda olmamız çok can sıkıcı bir durum olsa gerek. Duygularım olmayınca, canımı sıkan bir durum da olmuyordu. Artık her şeyi kabul edebilirdim. Sevmediğim insanlarla beraber oturabilir, sevdiğim insanların kalbini kırabilirdim.
Eve gittiğimde eskiden çok sevdiğim odama karşı hiçbir şey hissetmedim. Örtüyü kaldırdım. Kafa, çığlık atmaya devam ediyordu. Evimin nasıl koktuğunu hayal bile edemiyordum. Artık hiçbir şeyin hayalini de kuramayacaktım. Duş almak için üstümü çıkardım. Sabah uyandığımda üstümdeki bluz yırtılmıştı. Omzumdaki kafa çıkarken üstündeki diken gibi saçlar bluzumu delik deşik etmiş, hayallerime müdahil olurken giydiğim kıyafetleri bile parçalamayı becermişti. Suyu açtım. Su ısındıkça çığlıkları artıyordu. Gözleri ise karardıkça kararıyor, alnının altındaki girintilerde kocaman ve sonsuz bir boşluk varmış gibi görünüyordu. Belki sabah uyandığımda omzumda olmazdı. Hiçbir şeyi bilmiyordum. Kafamdan aşağı akan sıcak su beni rahatlatmadı. Temizlenip temizlenmediğimi de bilmiyordum. Ama ona sıçrayan her su damlasıyla çığlıkları artmaya devam ediyor, omzumu çekiştirerek beni oradan götürmek istiyordu. Ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum. Onu beslemeli miydim? Güneşli günlerde balkona çıktığımda güneş gözlüğü takması gerekecek miydi? Acaba susuzluktan ölür müydü? Eğer ölürse onu oradan nasıl söküp çıkaracaktım? Anlayamıyordum. Lanet olası bir çözümsüzlük içinde, omzumda irin dolu, haysiyetsiz bir çıkıntının olduğunu bildiğim halde temizlenmeye, üstüme sular dökmeye çalışıyordum. Banyodan çıktım ve kıyafetlerimin hepsini omuz kısmından kestim. Halinden memnun gibi görünüyordu. Çığlıkları azalmıştı. Bir şeyler yemeye çalıştım. Hiçbir şeyin tadı tuzu yoktu. Daha sonra biraz daha içki içtim. En azından birileri onu fark edecek diye endişelenmiyordum.
Birkaç kadeh içtikten sonra kapının öfkeyle çalındığını duydum. Aceleyle kafanın üstünü örttükten sonra kapıyı açtım. Karşımda, omzunda örtü olan güzel bir kadın vardı. Yüzü ifadesiz ve umursamaz görünüyordu. Üstü başı yırtıktı, bakımsız olmasına rağmen yine de onun güzel bir kadın olduğunu fark edebiliyordum.
Omzundaki örtüyü çekti ve “Görüyor musun bunu?” diye sordu.
Omzumdaki örtüyü çıkardım, “Görüyorum” dedim.
Kafalar birbirini fark ettiğinde kibar çığlıklar eşliğinde bizi birbirimize doğru çekiştirmeye başladı. Hastanedeki kafalar gibi bunlar da birbirini yemek için yanıp tutuşuyorlardı. Ama ben o kadına yaklaşmak istemiyordum. Belli ki o da bana yaklaşmak istemiyordu. Merdiven demirlerine tutundu ve kafa çığlıklar içinde onu çekmeye çalıştıkça bembeyaz elleri kızarmaya başladı. Yine de zorlanmıyor, o da benim gibi tüm hislerden arınmış bir şekilde yalnızca müdahale edebileceği şeyler için çaba gösteriyordu. Son nefesini veren bir filozof gibi, yaşadığımız hayatlara lanet ederek birbirimizden uzaklaşmaya çalışıyorduk. En sonunda kendimizi tutamadık ve kafalar, kimse tarafından sevilmeyen iki aşık gibi birbirlerine doğru bizi koşturmaya başladılar.
O an kendimizi tutmuş olmamız çok saçmaydı. Ne diye engel oluyorduk bu kafalara, anlayamadım. Kafalar çığlıklar içinde birbirlerini paramparça ederken, biz oldukça hissiz bir şekilde birbirimize bakıyorduk. Ama hislerimiz geri gelecekti, bu kadınla ne konuşacağımı bilmiyordum. O çok güzeldi. Omzumdaki kafa yok oldukça, irin ile kaplanmış parçaları ayaklarıma döküldükçe gözlerime daha da güzel görünüyordu. Kalp atışlarımı hissetmeye ve midemdeki yanma ile kıvranmaya başlamıştım. O ise oldukça tepkisiz bir şekilde, sanki hisleri geri gelmeye başlamamış gibi olduğu yerde duruyor, yavrusunu besleyen bir ana sakinliğiyle boşluğa bakıyordu. Kafalar birbirlerini yedikten sonra onu salona davet ettim. Karnım çok acıkmış ve susamıştım. Bir an önce bir şeyler yemeliydim. Gün içinde öleceğini bilen bir kelebek gibi her şeyin farkında olarak büyük bir rahatsızlık duyuyordum. Mutfağa gidip aceleyle bir şeyler hazırladım. O kadar susamıştım ki bir bardak aramak yerine tozlu sürahiyi kafama diktim. İçtiğim içkilerin verdiği sarhoşluğu hissediyordum. Aynı anda, yaşadığım tüm iyi ve kötü hisler tarafından hücuma uğruyordum. Salonda beni bekleyen kadına yiyecek bir şeyler verdim. Oturmak ya da ayakta durmak istemiyordum. Birkaç dakika sonra kafalarımız tekrar çıkacak ve hislerimizi gazı bitmekte olan bir lamba gibi usulca söndürecekti.
Ona verdiğim ekmeği heyecanla yerken bana doğru döndü, “Ne zamandan beri omzunda kafa var?” diye sordu.
“Bu kafayı gece rüyamda gördüm. Sabah uyandığımda omzumdaydı. Uyandığımdan beri avare bir şekilde dolaşıyorum. Hiçbir şey hissedemiyorum.”
“Onu eğitmen gerekiyor.”
“Ne zamandan beri omzunda?”
“Doğduğumdan beri burada. Benim bu kafayla bir sorunum yok. Zamanla sen de seveceksin.”
“Nasıl sevebilirim, hiçbir şey hissetmiyorum ki ben.”
Gülümsedi, bir bardak su içti. “Ben de hissetmiyorum. Bugüne kadar hep bir ucube gibi dolaştım. Omzumdaki kafayla sahip olduğum her şeyden daha fazla vakit geçirdim. Hatta bu kafa yüzünden ailem beni öldürmeye çalıştı. Sonra benim şeytan olduğuma inandılar ve başlarından defettiler. Ben de gördükleri her türlü eşyayı anlamaya çalışan çocuklar gibi dünyayı anlamlandırmaya çalıştım. Hislerimi kazanmak için kafası olan diğer insanları aramaya başladım. Bu yüzden senin kapını çaldım.”
“Nasıl olur da bunca yıl kurtulamadın bu kafadan, hiçbir çaresi yok mu bunun? Bir ucube gibi yaşamak istemiyorum ben.”
“Gördüğüm herkes bir ucube gibi yaşıyor. Hisleri olmayan bir insan olarak yaşamanın nesi kötü?”
“Onun çığlıklarını duymak istemiyorum. Yalnızca onu besleyebilmek için onun yamyamlığına ortak olarak yaşayamam.”
Omzumdaki karıncalanmayla tüm korkularım, endişelerim, bu güzel kadına olan anlamsız ihtirasım bir anda azalmaya başladı. Kendimi o kafanın çığlıklarına hapsediyor olmaktan memnuniyet duymaya bile başlamış olabilirdim. En azından bu gece nasıl uykuya dalacağımla ilgili bir endişem olmayacaktı.
“Benim gitmem gerekiyor. Onların karnı hiçbir zaman doymaz, hiçbir zaman.”
Hiçbir şey demedim. Eğer kafalar yine birbirini yemek isterse bu zerre kadar umurumda olmazdı. Omzumdaki kafanın bu durumumdan büyük keyif aldığına inanıyordum.
“Tekrar gelecek misin?” diye sordum.
Kapıdan çıkarken omzundaki kafayı sıkıca örttü. “Geleceğim” dedi. “Gelmek zorundayım.”
[zombify_post]
0 Yorum