Latin Amerika ülkeleri bize göre çok egzotik, heyecanlı ve tutkulu ülkeler gibi gözüküyor. Ne yazık ki işin gerçeği tam olarak böyle değil. Türkiye gibi Latin Amerika ülkeleri de on yıllardır Amerika destekli darbeler, toplumsal sıkıntılar ve ekonomik çöküşlerle uğraşıyor. İki kültürün de temelde sıkıntısı coğrafi konumları: Latin Amerika ülkeleri Amerika Birleşik Devletleri’ne ve Türkiye ise Ortadoğu coğrafyasına çok yakın. Coğrafyalar farklı olsa dahi tiran iki kültürün tarihinde de aynı; Amerika Birleşik Devletleri.
Latin Amerika’nın sıkıntıları aslında ilk olarak Kolomb’un Amerika kıtasını keşfetmesiyle başlar. İspanyol sömürgeciliği Küba ve çevresinden başlayarak 1519 yılında Meksika’ya kadar varmıştır. “Yeni Dünya” artık beyaz adamın eline geçmiştir. Avrupalı krallıklarda bu dönemde burjuvazi sınıfı tam olarak bulunmamaktadır. Yeni Dünya’daki kaynakların bolluğu, yerel halkın teknolojik olarak geri kalmışlığı ve kıtadaki misyonerlik çalışmaları kısa sürede yeni keşfedilen bu topraklarda küçük bir burjuvazi kitlesi yaratmaya başlamıştı. Latin Amerika topraklarında sömürgecilerin zenginleşmesi ve yerli halkın kaynaklarının elinden alınması Simon Bolivar’ı yaratmıştır. “Birleşik Latin Amerika” düşüncesi ile hareket eden Bolivar sömürgeci güçlere karşı bir çok zafer elde etse de 1827 yılında birleştirmeye başladığı topraklar sömürgeci güçler tarafından tekrar parçalanmaya başlamıştır. Bolivar’ın asıl öngöremediği olay ise 1823 tarihli ABD Monroe Doktrini’dir. Doktrin Güney Amerika’yı ABD için bir çıkar bölgesi ilan etmektedir. Bunun sonucunda ABD 1893’te Hawaii kraliçesini devirerek Hawaii eyaletini kendi bünyesine katmıştır. Bu doktrin sonucunda Güney Amerika, Amerikalıların tabiriyle “Washington’ın arka bahçesi” olarak değerlendirilmiştir. Bu bahçede günümüze kadar ABD destekli 40’ın üzerinde darbe gerçekleşecektir. Buraya kadar incelediğimiz bilgiler ışığında; Emperyalist devletlerin aynı dönemlerde Latin Amerika ve Osmanlı coğrafyalarında aktif olduğunu ancak Latin Amerika halklarının Osmanlı’dan yaklaşık 100 sene önce bağımsızlık mücadelesi verdiğini ve kaybettiğini söyleyebiliriz. Bu noktadan sonra işler 20. yüzyılda değişmeye başlamıştır.
Latin Amerika 20. yüzyılda ilk darbesini 1903 tarihinde Panama’nın, Bolivar’ın başarısı olan Büyük Kolombiya topraklarından ayrılmasıyla almıştır. Bu ayrılış sonucunda ABD Panama kanalını işleme ve hatta Panama’ya müdahale etme hakkını elde etmiştir. Yakın zamanda meydana gelen Dünya Savaşı sırasında Batılı devletler maddi ve manevi olarak hasar almış bunun neticesinde de Güney Amerika topraklarındaki sömürgelere yeteri kadar askeri destek sağlayamamıştır. ABD bu durumdan yararlanmaktan çekinmemiştir. Şili, Küba, Venezuela, Panama, Kolombiya ve Arjantin başta olmak üzere neredeyse bütün Latin Amerika devletlerinin hükümetlerine ve ordularına “arka bahçeden” yetişmiş asker ve bürokratlar yerleştirmiştir. Bu durum soğuk savaş dönemine kadar hızı artarak devam etmiştir. Bu dönemde ise Osmanlı emperyalist devletlere karşı direnememiştir. Son yüzyılda Fransız, İngiliz ve Alman bankerleri tarafından ekonomisi lav edilmiş olan Osmanlı askeri sahada da yenik düşmüş ve işgal altına alınmıştır. İşgal sürecinde Osmanlı aydın ve asker sınıfı Latin Amerika aydınlarına nazaran daha kolektif ve organize hareket ederek işgale reaksiyon gösterebilmiştir. Son yüzyıldır özellikle Alman ekolü ile harmanlanan bir askeri eğitim Osmanlı’da verilmekteydi. Bunun yanında sivil halkta ise üst sınıf Osmanlılar Fransız ekolü ile yetişmekteydi. Bahsettiğimiz bu asker ve burjuvazi sınıfı Batılı gibi savaşmanın yanında Batılı gibi düşünedebiliyordu. Bu unsurlar Anadolu topraklarında Latin Amerika’nın aksine ilerici, özgün ve bağımsız bir ihtilalin doğmasına sebebiyet vermiştir. Cumhuriyet olabildiğince Batı’dan ekonomik olarak ayrışmaya çalışmış, etnik ve dini çatışmalarını gerek askeri gerek hukuki silahlarıyla def etmeye gayret göstermiş ve kendi ideoloji çerçevesinde yeni nesiller yaratmaya uğraşmıştır. Soğuk Savaş dönemine kadar Cumhuriyet ekonomik alan hariç hemen hemen her alanda hedeflerini gerçekleştirmeye çok yakınlaşmıştır. Ancak İkinci Dünya Savaşı’na dahil olmasa bile dünyada ki ekonomik krizden etkilenmiş ve hedeflerini terk etmek zorunda kalmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte dünya çok keskin bir değişim yaşamaya başlamıştır. 1823’te “çalkantıyı temsil eden Avrupa’dan” ayrılmaya çalışan ABD 1945’te Avrupa’nın göbeğinde on binlerce askerini feda etmiştir. Yüzyıldır kültürel devrimini tamamlamaya çalışan ve onlarca yıldır çar ile halk arasında çatışmalar yaşayan Sovyetler faşist Nazileri mahvetmiştir. Savaşın başından beri Hitler’in öfkesine maruz kalan İngiltere ile Fransa ise savaştan muzaffer çıkmanın gururunu yaşamaktadır. Bütün devletler ise kayıpları ve uğraşları neticesinde pay talep etmektedir. İşte soğuk savaş dönemi tam da bu noktada kendini gösterecektir.
Temelde Sovyetler ve ABD arasında çoğunlukla psikolojik şekilde geçen Soğuk Savaş döneminde Güney Amerika halkları Sovyetlerden büyük oranda destek görmüştür. Sovyetlerden aldığı destekler sonucu Güney Amerika devletleri millileşme politikalarına başvurmaya başladılar. ABD bu hamlelere karşı ilk tepkisini 1951’de Arjantin’e düzenlediği darbe ile göstermiştir. Darbe sonucu Arjantin IMF güdümüne girmiştir. Hızını alamayan ABD 1954’te toprak reformunu hayata geçirmeye çalışan Guatemala’ya da darbe yapmıştır. Türkiye’de ise bu dönemler çok partili hayata geçilmiş ve muhafazakarlar iktidardadır. Kızıl korkusu ve Batı’nın ekonomik olarak daha güçlü olması sebebiyle sağ iktidar Amerikan güdümünde hareket etmektedir. Kore Savaşı’na asker gönderilmiş, IMF’ten borç alınmış, ABD’den sütler alınıp çocuklara dağıtılmış, yabancı sermaye arttırılmış, NATO’ya girilmiş, köy enstitüleri kapatılmış, çarpık kentleşme modeli uygulanmış, tarım reformu yıkılmış, yurtdışı menşeli mısır, buğday alınmış, ABD tavsiyesiyle ODTÜ açılmış ve Türk subayları West Point’e eğitime gönderilmişti. Sağ iktidar Cumhuriyet’in kurmaya çalıştığı pek çok ilkeyi göz ardı etmeye başlamıştır. Halk genel anlamda popülist siyasal islam söylemlerinden ve yapılan iskan çalışmalarından memnundur. Aynı durum sosyo-ekonomik olarak orta-üst sınıfta bulunan asker, memur ya da akademisyenler için geçerli değildir. Dönemin ekonomik anlayışı inşaat, endüstri ve finans sektörünü büyütmeyi amaçlamaktadır. Bu durumda köyden kente göçü arttırmakta, eğitim şartlarını zorlaştırmakta, kültürel karmaşa yaratmakta ve altyapıyı yetersiz kılmaktadır. Plansız ve sadece oy olma amacıyla yapılan eylemler ordunun hükümete karşı tepkisine yol açmıştır. Bu tepki de 1960 yılında aralarında Alparslan Türkeş gibi West Point eğitimli subaylarında aralarında bulunduğu bir grup subayın darbe yapması noktasına kadar gelmiştir. 1960 darbesi tam anlamıyla Amerikancı bir darbe niteliğinde değildir çünkü Türk ordusu NATO’da olsa dahi hala tam anlamıyla Amerikancı zihniyete ve subaylara sahip değildir. 1961 senesinde ABD, 7 yıldır ABD tarafından desteklenen Batista rejimine karşı savaşan Fidel Castro’ya yönelik bir darbe girişiminde bulunmuş ancak başarısız olmuştur. Bu başarısızlık ABD’nin Güney Amerika’da yavaş yavaş itibar kaybedeceği bir sürece yol açmıştır. Güney Amerika ülkeleri ve özellikle Küba bu girişimden sonra daha da Sovyetlerle yakınlaşmıştır. ABD hemen yakınındaki Sovyet müttefikleri olmamasını istemektedir. Bu endişeyle 1964 yılında ABD, CIA aracılğıyla Brezilya’da askeri cuntaya silah dağıtmış ve Goulart hükümetini yıkarak 2000 kişinin ölümüne yol açan bir darbe yapmıştır. 1965 yılında ise ABD, İnter Amerikan Barış Gücü altında Dominik Cumhuriyeti’ne askeri müdahalede bulunmuştur. Türkiye ise bu dönemlerde siyasi anlamda bir kargaşa içerisindeydi ve sağ hükümetler tarafından yönetiliyordu. Ordu bu durumdan hala rahatsızdır ve 1971 yılında bu rahatsızlığını bir muhtıra ile sivil hükümete göstermiştir. Tam anlamıyla bir darbe olmasa bile 71 muhtırası darbe niteliği taşımaktadır. Muhtırayı sunan Memduh Tağmaç’ın ordunun Amerikancı kanadından olduğu bilinmekteydi. Muhtıra’dan sonra da Muhsin Batur ve Faruk Gürler ordu içerisindeki “Kemalist nasır” generallerin tasfiyesini sağlayarak ordu içerisindeki Amerikancı kitleyi güçlendirmiştir. Ordunun görünüşte “İnkılap Kanunları” kisvesi altında böyle bir girişimde bulunsada Kemalist rejim sempatizanı insanların tasfiyesi de gerçekleştirilmiştir. Bu tasfiye 1980 darbesinin ayak seslerini oluşturmaktadır. Bir kaç sene sonra ise ABD yine boş durmuyor ve 1973 yılında on binlerce kişiyi öldüren faşist Pinochet cuntasını başkanlık sarayını bombalayarak Şili’nin başına getiriyor.
Dünya, Soğuk Savaş’ın biteceğini bilmese de Sovyetlerin yıkılmasına bir kaç sene vardır. Sovyetler de kendi içlerindeki sıkıntıların farkında olacaklar ki Afganistan ve Orta Avrupa’da en agresif oldukları zamanlar. ABD bu dönemlerde Rusya’nın en büyük doğal düşmanları olan müslüman kitlelere gözünü dikiyor. Afganistan, Irak, Çeçenistan, Ürdün ve Mısır gibi bir çok ülkedeki radikal İslamcı terör örgütlerini finanse ediyor ya da kendisi kurup bu örgütleri eğitiyor. Türkiye’de de yavaş yavaş 80’lere doğru bu gruplar taraftarlar ediniyor ve büyümeye başlıyor. Türkiye zaten 70’lerden beri sosyalist ideoloji ve sağ iktidarların yarattığı milliyetçi düşünce ikileminde özellikle üniversiteler kapsamında toplumsal çatışmalar yaşamaktadır. İslamcı kitleler genellikle bu çatışmanın dışında kalmakta ancak yapılanmalarına devam etmektedirler. CIA Türkiye Şefi Paul Henze’nin “bizim çocuklar” olarak bahsettiği “Türk Ordusu” 1980’de darbe yapmıştır ve darbeyi yapan cunta da “NATO dahil bütün ittifaklarına ve taahhütlerine sadık olduklarını” rapor etmiştir. Raporu okuyan dönemin ABD Ankara Büyükelçisi ise “darbecilerin bağlılık beyanlarının kabul edildiğini” belirtmiştir. Dönemin ABD yetkililerinin anlattıkları kapsamında 1980 darbesi NATO nezdinde ABD tarafından planlanmış ve büyük ölçüde Amerikancı subaylar tarafından icra edilmiş bir darbedir. 1980 darbesi sonucunda sol ideoloji kapsamındaki aydın üniversiteli gençler, akademisyenler, siyasetçiler, beyaz yakalılar ve gazeteciler hapse atılmış yine sol görüşteki halktan bir çok insan da bastırılmıştır. Üniversite ve kurumların içinin boşaltılmasıyla birlikte ABD’nin desteklediği radikal islamcı gruplar darbe sonrası kurumlara giriş ve etki alanını genişletme fırsatı elde etmişlerdir. Tarikat yapılanmaları ve cemaat örgütlenmeleri de yine darbe sonrası hızlanmıştır. Ordu 1997 senesinde radikal islamcılara karşı tepki gösterse de bu kitlelerin oluşmasını kendi sağlamıştır. 1980 darbesi sadece sivil hayatta islamcıların lehine olmamıştır. Yasama ve yargı organlarında da büyük anlamda değişimler yaşanmış, ekonomik düzlemde de tarikat ve cemaat üyeleri güçlenmiştir. ABD hem Sovyetlerin kendisine hem de Sovyetlerin potansiyel müttefiklerine karşı cemaat yapılanmalarını dost edinmiştir. Bu dostları sayesinde Ortadoğu’nun her yerinde silahlı ya da bürokratik olarak güç elde etmiştir. 1983 senesinde ise ABD Karayipler’de ki Grenada adasını işgal etmiş ve kanlı çatışmalar sonucunda Marksist rejimi yok etmiştir. 2002 senesinde ise Venezuela’ya darbe girişiminde bulunmuştur ancak halkın ABD’ye karşı kitlesel eylemleri neticesinde Hugo Chavez’i indirememiştir. ABD hala bir çok Latin Amerika ülkesinde sağ hükümetleri desteklemektedir.
Kürt meselesi yüzünden 2000’lere doğru ABD ve Türk Ordusu’nun yıldızı barışamamıştır. Özellikle 2003 yılındaki Süleymaniye’de 11 askerimizin başına ABD ordusu tarafından çuval geçirilmesi NATO’da gerginlik yaratmıştır. Türk Ordusu bu olay üzerine sinirlenmiş ve sınır dışı operasyonlarını hızlandırmıştır. ABD ise bu sefer orduyu kullanarak değil 1980’den beri devlet kurumları, yargı ve yasamaya yerleştirdiği islamcı kitleler ile Türkiye’de sivil bir darbe yapmaya çalışmıştır. İlk olarak 2003 yılının Mart ayında cemaatçi yargı mensuplarınca Balyoz davaları açılmış ve bir çok subay ile general görevinden alınarak vatan haini ilan edilmiştir. 2007 yılında ise Ergenekon kumpası yine cemaat mensubu yargı, yasama ve yürütme üyelerince planlanarak ordunun içi tam anlamıyla boşaltılmıştır. ABD bu süreçlerle birlikte bir zamanlar “bizim çocuklar” dediği müttefiklerini tamamen ortadan kaldırmış ve radikal islamcı kitleleri Türk Ordusu bünyesine yerleştirmiştir. Hepimizin bildiği üzere ABD’nin bu eylemleri yapmasının temel amacı 15 Temmuz 2016 tarihinde denenen darbe girişimiydi. ABD’nin meşru hükümeti devirmeye yönelik girşimi başarılı olmasa dahi ekonomik ve sosyolojik olarak bir çok sıkınıtya yol açmış. Türk Ordusu’nun bir kez daha tasfiyesine sebebiyet vererek tabiri caizse Türk Ordusu’nun “lağv edilmesine” sebebiyet olmuştur. Yargı kadrolarına güven azalmış, yasama mensuplarının itibarı yerlebir olmuştur. Döviz kurlarındaki dalgalanma artmış ve enflasyon oranları yükselmeye başlamıştır.
İki kültür de on yıllardır ABD’nin giriştiği ve yaptığı darbeler neticesinde ekonomik ve sosyal anlamda sıkıntılar yaşamaktadır. Günümüzde Arjantin, Şili ve Brezilya gibi ülkeler Türkiye gibi hala gelişmeye çalışmaktadır ancak ABD durmadan ekonomik ve siyasi tetikçiliğine devam etmektedir. Hepimizin bildiği üzere Haiti, Ekvadori Kolombiya gibi ülkeler yoksulluk içerisindedir. Özellikle ABD son zamanlarda Venezuela üzerindeki baskıyı iyice arttırmış, ekonomisini talan etmiş ve kitleleri bile sokağa dökmüştür. Günümüzdeki petrole olan ihtiyacı, Suriye’de ki iç savaşın hala belirsiz olması ve ekonomik anlamda pandemi sebebiyle Batı’nın güç kaybetmesi unsurlarını düşünürsek iki kültüründe gelecekte ABD temelli girişimlere maruz kalması söz konusudur. Tüm bu okuduklarımızdan ders mi alacağız yoksa oturup her şeyin tekerrür etmesini mi bekleyeceğiz?
0 Yorum