Ekim 1950
Kahire’den İstanbul’a giden bir gemide, vazifesini tamamlamış birinin gururuyla yolculuk ediyordum. Hayatım boyunca İstanbul’da yaşamış biri olarak başka bir ülkede iş yapmak gibi bir düşüncem asla olmamasına rağmen Mısır’da patlak veren bir savaşın beni oraya çekmesi hayli ilginçtir.
Mısır ve İsrail arasındaki savaşta görev yapan Mısırlı doktorların bir çoğunun eğitimsiz olması nedeniyle oraya gitmek zorunda kaldım. Oraya vardığımda savaşın bitmesine 6 ay vardı ve savaş bittiğinde Kahire’de bir süre daha durmam için teklif ettikleri para yüzünden 3 yıl daha orada kaldım. Aslında benim istediğim bir durum değildi bu. Buraya gelmem başhekimim olan Tahir Hoca’nın ısrarıyla olmuştu. Söylediğine göre savaş zamanında doktorluk vazifesi yapmak çok avantajlıymış ve uluslararası ün getirirmiş. Kendisi 2. Dünya Savaşında Kuzey Afrika’da İngilizlerin yardımına koşmuş. Bundan her zaman övünerek bahsederdi. O olmasaymış Rommel bütün Afrika’yı alabilirmiş, o İngiliz ve Fransız askerlerini çok hızlı iyileştirerek cepheye gönderiyormuş. Tabi bu bütün hekimler tarafından bıyık altından gülerek karşılanır ve Tahir Hoca gittiğinde kahkahalarla gülerek dedikodu yapılırdı. Tahir Hoca her zaman mübalağa sanatını kullanırdı. Ancak bunu eğlenmek veya eğlendirmek için değil de daha çok egosunu tatmin etmek için yapardı. Sert biri olmamasına karşın kendisine bir şeyi bilmediği söylendiğinde veya aptala anlatır gibi anlatıldığında çabucak öfkeye kapılırdı. Kendini hep çok bilgili ve ulaşılamaz görürdü. Saatlerce kendi yaptıkları hakkında konuşabilirdi. Başka bir hekimin başarısını hep kıskanırdı. Beni diğer hekimlerden ayrı tutmasının sebebi sakin bir insan olup ona hiç saygısızlık yapmamamdı. Dedikodudan nefret ettiğim için hiç onun hakkında konuşmazdım. Ona saygım büyüktü ancak kendini övdüğü zamanlarda ondan nefret ederdim. Ve diğerlerinden farklı olarak onun yüzüne düşüncelerimi söyleyebilirdim. Tahir Hoca'nın bu teklifi bana yapmasının da sebebi buydu. Tahir hoca beni çok severdi ve kendisinden sonra bu meslekte başarılı olabileceğini düşündüğü tek öğrencisinin ben olduğumu söyler dururdu. Tahir Hoca’nın ısrarlarına dayanamayıp Süveyş Kanalına gittim ve benim için hiçbir anlamı olmayan bir savaşın içinde kaldım. Yaralıların tedavilerini ben yapmıyordum. Onlara nasıl yapılacağını söylüyordum. Ahmet isminde bir yardımcım vardı. Ailesi 20 yıl önce Bağdat’tan Türkiye’ye gelmiş Iraklı göçmenlerdi. Ahmet bu yüzden önemliydi ve benimle gelmesi gerekiyordu. 26 yaşında Tıbbiye de başarısız bir öğrenci olmasına karşın onu yanımda götürdüm çünkü Arapçayı son derece iyi bilirdi. Ailesinden öğrendiği ilk dil olduğu için Türkçeden daha iyi konuşurdu. Bende asgari miktarda Arapça bilirdim; ancak akıcı bir şekilde konuşmak hiç nasip olmadı. Ahmet oraya götürdüğüm insandan biriydi. Diğeri Eşim Ayfer’di. Onu güç bela getirmeye ikna etmiştim. Ona çok aşıktım. Evliliğimizin 2. yılıydı; ancak ben onu ilk günkü kadar seviyordum. Uzun boylu, kısa saçlı, kaşları yay gibiydi. Çıkık dudakları ve büyük siyaha yakın kahverengi gözleri vardı. Oldukça zayıftı, onu gören bir kişi rüzgarda uçup gidebileceğini düşünürdü. Ne zaman bir işim çıksa onun yanına dönmek isterdim. Gözlerim sürekli onu arıyordu. İşten çıkmak için dakika sayıyordum. Benden tam 13 yaş küçüktü. Görücü usulüyle evlenmiştik ancak ben onu ilk gördüğüm andan beri o güne kadar hiç yaşamadığım hisler hissetmiştim. Onun bu konudaki düşüncelerini bilmiyorum çünkü bana hiç söylemedi. O her zaman sessiz bir insan olmuştu ve galiba bana aşık değildi. Benimle konuşmayı fazla sevmezdi. Aramızdaki kuşak farkı ayan beyan ortadaydı ancak bir kere bile bunu yüzüme vurmayacak kadar kibar bir insandı. Kahire’de 1 yıl kalacağımızı söylediğimde kalmak istemediğini eğer izin verirsem annesinin evinde beni bekleyeceğini söyledi. Şiddetle karşı çıktım ve onsuz asla burada kalamayacağımı, bana güç verdiğini, geleceğimiz için bunun önemli olduğunu söyledim. Sustu. Karşı çıkmadı. Biraz daha karşı çıksaydı eve o gün dönme kararını verecektim. Ancak o diretmekten hep kaçınırdı. Keşke diretseydi…
Gemi sakin sakin Akdeniz’in tuzlu suyunda denizi yararak ilerliyordu. Dışarı çıkıp soluk almak istedim ve kamaramdan çıktım. Üzerimde bir kırgınlık vardı. Halsizdim ve 2 gündür kamaramdan çıkamıyordum. Ahmet bu durumdan endişelendi ve beni muayyene etmek istedi ancak sebebini bilmediğim bir sinirle karşı çıktım. Galiba Tahir Hocayı o zaman anlamıştım ilk defa. Onu anlamam ölümünden 2 ay sonra olmuştu ancak kim kendi zamanında anlaşılmıştı ki? Geminin kıç tarafında bir sigara yaktım ve dalgaları ikiye bölen Geminin çarkını izlemeye koyuldum. Bu sırada geminin tırabzanına tutunmuştum. Gözüm dalmıştı. Ahmet yanıma gelip halimi hatırımı sordu. Fazla umursamadan birkaç konuyu onun zorlamasıyla konuştum. Daha sonra yanından ayrıldım çünkü başım dönüyordu ve ateşimin çıktığını hissediyordum. Eşimi kafeteryada tanımadığım bir kadınla gördüm. Zar zor ayakta durduğum için ikisinin yanına oturdum. Ve üstünkörü bir selam verdim. Eşimin huzurunun kaçtığı gözlerinden belliydi. Beni Halide Hanım ile tanıştırdı. Halide eşimin yaşlarında genç bir kadındı. Eşime karşın güler yüzlü deli dolu bir kadındı. Esmer ve uzundu. Saçları bukle bukle dökülüyordu. Kahverengi gözleri buğuluydu. Ben kendimi biraz toparlayınca muhabbete dahil oldum ve “Siz neden Mısır’a geldiniz?” Diye sordum. Halide bu soruyu bekliyormuş gibiydi çünkü düşünmeden cevap verdi. “Eşim Mithat Dışişleri Nazırlığında* çalışıyor. Aslında Fransa Büyükelçisi ancak savaştan dolayı burada müzakere sürecini takip etmekle görevlendirildi.” dedi. Ona savaş hakkında düşüncelerini sorduğumda üstten konuşarak, “2 Ortadoğu devletinin savaşı işte. Sait Bey, bu gelişmemiş medeniyetlerin savaşları beni hiç ilgilendirmiyor. Eşim de bu konuda bana katılır. Yıllarca Fransa’da – Fransa’yı Fransız dilindeki gibi gırtlaktan söyledi. – kaldık ve artık bu gibi konuların dünya için önemsiz olduğunu anladık.” Kendini Avrupalıymış gibi göstermeye çalışıyordu bu oldukça gülünçtü. Çünkü bunun için oldukça esmer ve kaşları kalındı. Bıyık altından gülüyordum, baktı ki ben ona bir cevap vermeyeceğim kendisi soru sordu. “Siz de gönüllü olarak hekimlik yapmaya gelmişsiniz. Neden gönüllü oldunuz? Eşiniz bile bilmiyor bu konuyu. Yoksa bu bedevilere üzüldünüz mü?” dedi ve bir diplomat ikiyüzlülüğüyle güldü. Eşime göz ucuyla baktım. Eşim benim orada olmamdan son derece rahatsız gibi görünüyordu. “Uluslararası yükümlülük olduğu için gönüllü oldum. Sonuçta doktorluk mesleği din, dil, ırk ayırt etmez.” dedim ve soğukkanlılıkla gözlerinin içine baktım. Söylediklerimden memnun olmadığı aşikardı. Daha bir küçük görerek baktığını hissettim. Çünkü onun istediklerini söylememiştim. Eşime bir defa baktığımda kalkmamı istiyor gibiydi. Onlara selam verdim ve kafeteryadan ayrıldım. Ayağa kalktıktan bir süre sonra tekrar başım dönmeye başladı. Hızla kamarama ulaşmak istedim. Yatağıma uzandım, sanki tavan ve taban yer değiştiriyordu. Yaklaşık 5 dakika boyunca gözlerimi açıp kapattım ve bu baş dönmesinin düzelmesini bekledim. Birinin kamaramın kapısını tıklattığını duydum. Beynim otomatikman “Gir” demek istiyordu ancak bu komutu sinirlerime veremiyordum. Titremeye başladım. Titredikçe sarsılıyordum ve baş dönmesi giderek artıyordu. Dışardan Ahmet’in sesini duyar gibi oldum ancak o da git gide boğuklaştı, önemsizleşti. Gözlerimi kapattım ve kendime her şeyin geçeceğini söyleyerek teskin etmeye çalıştım. Ancak hiç öyle gözükmüyordu. Titremelerim arttı ve kendimden geçtim.
0 Yorum