Bilgi felsefesinin kökenlerine bakıldığında, doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu var sayabiliriz. Aynı zamanda, varlık felsefesinin de bu konuyla ilgili birçok teoriye sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Fakat bu tür kuramlar ve düşünceler tasarlanırken, geçmiş zamanın izleri çoğu zaman etkisini devam ettirmiştir. Eğer devam ettirmemiş olsaydı, doğru bilgi bu kadar göreceli olmazdı ve sorgulanması güç bir alan haline gelmiş olan dogmatik bir alana dönüşmüş olurdu. Sanayi Devrimi’nden önceki dönemlerde bilgiye ulaşmak, ulaşılan bilgiyi anlamak ve onu sorgulamak daha zordu. Çünkü teknolojinin büyük ölçüde gelişim göstermemiş olduğu dönemlerde bilginin yazılı ve sözlü kaynaklar dışında yayılabilme olanağı yoktu. Ayrıca, ulaşılan bilginin günümüz kitle iletişim araçları gibi birçok duyu organını harekete geçirme becerisi yoktu. Dolayısıyla, ulaşılan bilgi doğru olmasa da insanlar o bilgiyi olumlu yönde kendilerine mal etmekte gayet haklılardı.
Medyanın, kitleleri harekete geçirebilecek düzeyde gelişmesiyle küresel bir bilgi kirliliği toplamına dönüşmüş olan toplumun, bilgiye olan güveni azaldı ve şüphesi arttı. Doğru bilgi ulaşılabilir bir alan olmaktan çıkmaya başladığı için, bilgi kirliliğinin yanı sıra fikir kirliliği de açığa çıktı. Kültürlerin gelenekselden evrensele dönüşmesi dolayısıyla kültür kavramı bambaşka bir alanda tanımlanabilecek düzeye geldi ve kişinin sosyal sınıfta kendisini koyduğu yer, bireyin doğrusunu ve yanlışını belirleyecek bir seviyeye ulaştı. Bu bağlamda; doğru bilgiye ulaşmak imkânsız değildir, o bilginin doğru olup olmadığından emin olmak imkânsızdır. Özellikle topluma ve kendisine egemen olmayı başarabilmiş olan bireyler, bilginin doğru ya da yanlış olduğuyla ilgili çıkarımlarda bulunmaktan kaçınır. Çünkü normlar, yönlendirilebilir bireylerin doğrusu haline gelmiştir. Dolayısıyla, doğru bilgi eşitlikçi bir yapıya sahip değil, aksine taraflı bir yapıya sahiptir. Çünkü doğrunun temelini kültürler, kültürün temelini toplumlar, toplumun temelini de insanlar oluşturur. Günümüz dünyasında bunun büyük bir değişim gösterdiği aşikârdır. 21. Yüzyılın milenyum altyapısıyla daha da gelişmiş olan medya, toplumun bireyselleşmesine ve kişinin kendisini özel hissetmesi için yalnızlaşmasına önayak olmuştur. İlk olarak televizyonun, ardından da internet ve sosyal medyanın hayatlarımıza girmesiyle manipüle edilmemiz kolaylaşmış olduğu için, en çok rast geldiğimiz bilgi, doğru bilgi olmuştur. Bu durumda, doğru bilginin popüler kültürle büyük oranda ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Yüksek kültür tarafından asla savunulmayan –fakat kendi düşünceme göre; uygulanan- popüler kültür, zaten doğruyu ya da yanlışı etken olarak kabul etmeyen bireylere yönelmek istemez. Tam aksine; hayal kurdurabileceği ve tükettirebileceği insanlara yönelerek, toplumun normlarını ve kültürünü kendi çıkarına göre belirlemek ister. Sanayi Devrimi’nin büyük bir firesi, doğruyu altüst etmiş olmasıdır. Dolayısıyla; bireyler farklı ülkelerdeki farklı milliyetleriyle farklı dinleri, farklı siyasi partileri ve farklı futbol takımlarını destekliyorsa doğru bilgi mevcut değildir. Sadece doğru zannedilen bir inanışı destekleme içgüdüsü mevcuttur.
Televizyonun bu bağlamdaki etkilerinin olumlu olan pek bir yönünün olduğuna inanmasam da olumlu yönlerinden de bahsetmek istiyorum. Bilgi kavramının daha kolay ulaşılabilir bir hale gelmesine olanak sağlamış olan televizyon, insanın karar verme kabiliyetini onun vizyonunu genişleterek sağlamıştır. Bu durumda birey, kararlarını daha geniş bir yelpazeyle mücadele ederek vermiş ve doğru ya da yanlış olma ihtimali olan birçok bilgiyi süzgecinden geçirerek kendisini farkında olmadan geliştirmiştir. Çok uzak bir ülkeyle ilgili maddesel bir konuyu çözümlemesi televizyon sayesinde mümkün hale gelmiştir. Soyut konuların ise doğru ya da yanlış olduğuna karar verilmesi imkânsızlık seviyesindedir. Bu bağlamda televizyon, bireyin farklı perspektifleri görebilmesini sağlamış, bireyin zekâsını zorlayarak onu geliştirmiş ve karar verme yetisinin ilerlemesini sağlamıştır. Televizyonun etkisiyle birçok uyarana maruz kalmış olan bireyler, verilen bilgiyi ele alış biçimine göre yayılan bilgiden bir avantaj elde edebilmiştir. Televizyonun dezavantajları ise; yazının başında da bahsettiğim gibi, mecburi ve daha fazladır. Çünkü bir bireyin oturduğu yerden karşısındaki ışıklar bütününe bakarak dünyayı kendi beyni dışındaki bir beynin kurgusuyla seyredebiliyor olması beynin tembelleşmesine sebep olur ve mantığına aykırı olmayan tüm uyaranlar bir manipüle aracı haline gelir. Ulaşılamayacak hayallerin kurulmasına önayak olan televizyon; kişinin özgüvenini azaltır, hareketini ve çevresini algılayışını köreltir. Dolayısıyla, fayda sağlama yetisine sahip olduğunu inkâr edemeyeceğimiz televizyon, zarar sağlama konusunda daha başarılıdır. Bunun ayrımını bireyin yapması ve kendisine göre doğru olan bilgi dışında, farklı bireyler tarafından gerçekçi sayılan bilgileri de süzgecinden geçirerek doğru olduğuna en çok inandığı bilgiyi hazmetmelidir.
Sonuç olarak; doğru bilginin mevcut olup olmadığı tartışmaya açık ve emin olunamayacak bir konudur. Bu durumda ‘doğru’ kavramı, bir ütopya ya da bir teoriden öteye gidemeyecek seviyededir. Televizyonun bu konudaki etkisinin olumsuz olduğunu düşündüğüm için, bu aletin doğru ya da yanlışa ne tür bir katkıda bulunduğundan tarafsızca söz edemem. Çünkü böyle bir durumda bir doğru benimsenmiş ve o bilgiden emin olma durumu söz konusu olmuş olur. Dolayısıyla, bu avantaj ve dezavantajlar bireyin televizyonu kullanış tarzına, kültürüne, bilgi seviyesine ve entelektüel birikimine göre değişim gösterir.
Varlığın Arayışı Kendindendir adlı yazım için tıklayın…
[zombify_post]
0 Yorum