Peki kâr, tam anlamıyla nedir, nereden gelir, kimin cebinden çıkar, kimlerin cebine girer?
Önceki yazımda, toplumun üreten iki kesimi arasındaki farklara, ücretli işçiler ve işverenler açısından toplumsal yönde bakmıştık. Yani lüks tüketim mallarını üreten işverenlerle, zorunlu tüketim malları üreten işverenler arasındaki yapısal farklılıkların, ücretli çalışanlar üzerindeki toplumsal etkisine değinmiştik. İşçilerin haklarını arama mücadelelerinde, toplumun lüks veya zorunlu tüketim alışkanlıklarının nasıl farklar yaratabileceğine değinmiştik. Bu kısa anımsatmanın ardından; toplumcu, birlikçi, zorbayı yönetimde istemeyen yazı dizimize devam ediyoruz.
Kârın tanımında, farklı ekonomi felsefelerinin yaklaşımlarına değinmemiz gerekli. (Fakat bu felsefe terimi, ekmek nasıl yeniyor, su nasıl içiliyorsa o kadar bizdendir. Aslen düşünme demektir. Halkımızca yabancısanması, ana dilimizdeki terimlerle yapılmamasından, “Eşyanın tabiatı.” gibi belirsiz terimler kullanılmasından kaynaklanır. Aslında gayet net ve kesindir yargıları, “Bu eşya dediğin nedir ki?” sorularına yol açmaz, açıktır fikirleri. Oradaki eşya, konu demektir, nesneyle alakası, ancak nesnelerin konularla alakası kadardır.)Kârın, Adam Smith, Quesnay, Ricardo gibi klasik iktisatçılarda tanımı katma değer demektir, yani komisyondur. Üretim ve dolaşım sürecini kısım kısım ele alırsak, her adımında katkısı dokunanların üzerine koyduğu artı değerdir.
Tam bu esnada, köyümüzde işler ters gitmeye başlar, sürekli savaşlar meydana gelir, kıtlıklar baş gösterir, kimse hakkını alamaz. Toplum ikiye bölünmüş, birlik bozulmuş, mülklü-mülksüz, zengin-fakir kutuplaşması en uçlara taşınmış, yönetimi zorbalar ele almıştır. Herkes şaşkındır, çünkü hesaplara göre hiçbir durumun ters gitmemesi gereklidir. Bize durumu açıklayacak kırmızı şapkalı kimdir?
Marksist(çalışmacı) ekonomi felsefesi bu ihtiyaçtan doğar ve kapitalizme(sermayecilik), feodalizme(erkçilik, ağacılık, toprak beyciliği) karşı savunmasını yapmaya başlar. İlk sorusu şudur:
Madem herkes hakkını alıyor, bu beyler nasıl semiriyor? Bizim ceplerimiz delik kalırken, onlarınki dolmaktan nasıl yırtılıyor?
Cevabını yine kendisi verir hemen:
Çünkü üretilen ürünler, komisyonlardan, katma değerlerden meydana gelmez. Ham ve yardımcı maddelerin, üretim araçlarının yanında, bunları harekete geçiren, birleşerek ürün haline gelmelerini sağlayan sürecin adı komisyonculuk değil emek sürecidir. Emeğin karşılığı verildiği sürece de kâr elde edilmez.
İşverenimiz, elindeki 2000 bin liranın 1000 lirasıyla işçilerin maaşlarını, geriye kalan 1000 lirasıyla ise de ham ve yardımcı maddelerle, üretim araçlarını karşılıyor olsun. Gelin yazımı ve anlaşılması kolaylaşsın diye birine değişir(işçiler) diğerine değişmez(ham ve yardımcı maddeler ile üretim araçları) sermaye diyelim. Hiçbir nesne, maddeler dünyasında(materyalizm) vardan yok, yoktan var olamayacağına göre, eldeki 2000 lira böylece üretime yatırılınca, ürünün fiyatı, eğer 200 tane üretildiyse 100 liradır. Hepsi satıldığında ele geçen miktar, yine 2000 liradır. İşveren kârı, kendi kafasından, kendi emeğine fiyat biçerek mi koymuştur? Piyasanın alt ve üst sınırları buna asla izin vermez. Ayrıca kapitalist üretimde sermayedar, sadece sermaye temin eder, asla çalışmaz.
Çok fazla dallandırıp budaklandırmadan, konumuzun kapsamında kalarak, ihtiyacımız olan kısma geldik.
Görüldüğü üzere, bu düzende çok kazanmak, emekle asla yapılamaz, çünkü karşılığı asla verilmez. Kârla kesinlikle yapılır fakat hiçbir sorunu çözmez, aksine sömürüyü arttırır, birliği bozar ve toplumun huzurunu kaçırır.
Yok mudur dengeli yaşamın yöntemi, huzurlu günlerin yolu; elbet vardır. Gelin yazı dizimizin sonuna gelince, sorunlarımızı öğrenmiş biçimde çözüme giderek, aksak sisteme karşı, haklı sistemin hareket noktalarını tanımaya başlayalım.
Herkese dostça selamlar.
0 Yorum