Farzediyorum ki bir trendeyim, sonunda kendimi Trabzon’un sisli ara sokaklarında sürüye sürüye atmışım bu yolculuğun kollarına. Geliyorum sana ey Tebriz. Bavulum yok, yüküm pek hafif gözüküyor. Kalbimdeki güvercin beni Tebriz’e uçurmak için kanat çırpıyor. Trene binip heyecanla etrafıma bakıyorum, işte hareket ettik.
İran’ın edebi yönü güçlü, şairler şehri olan bu kadim şehri anlatmaya önce ona giden yollardan başlamak gerek. Van’dan Tebriz’e giden tren güzergahı yeniden açılalı 3 sene oluyor. Bu güzel şehri bilmekten önce onu hissetmek gerekiyor. Tebriz, ilk önce Nazan Bekiroğlu’nun kelimelerinin büyülü dünyasında hissettim onu. Gördüm demiyorum ya da okudum. Bildim de diyemem. Hissettim, Setterhan’ın yoluna girdim, Zehra’nın çilesini çektim. Halılar dokudum tezgahlarda, şiirler söyledim dergahlarda ve nice çaylar içtim ocaklarda. Hissettim evvel bu şehri bir kitabın sayfaları arasında.
İnsan, hissettiğini bilmeye daha yatkındır. Aşkta böyle bir şeydir ki önce hissedersin, daha sonra bilirsin bilinecek ne varsa. Bilinir ki yaradılan Yaradan’a olan aşkını bulmak için nice sevdalardan geçer, nice derya gözlere, nice leylak kokulu saçlara vurulur da sonunda Hak olanı bulduğunda yâr kılar onu kendine. Diyor ki Bekiroğlu, sen öyle çağırmasaydın ben böyle gelmezdim. Ben de sana diyorum ey Tebriz! Sen öyle çağırmasaydın ben böyle gelmezdim.
Ve sonunda düşüncelerle geçen bir yolculuktan sonra Tebriz’e varıyoruz. Bir bisiklet alarak şehri gezintiye çıkıyorum. Bu şehrin tarihine dair okuduğum bilgiler tek tek aklıma düşüyor. Bir kaynakta okuduğuma göre Tebriz şehrinin Farsça’da teb(ateş) ve riz(döken) kelimelerinden meydana gelmesinin elbette bir hikâyesi var. Abbasi Halifesi Harun Reşid’in çok sevdiği eşi yakalandığı ateşli hastalıktan buradaki şifalı sulara girdikten sonra kurtulmuş. O günden sonra kentin adının Tebriz:ateş döken olarak anılmaya başlandığı anlatılıyor. Kimilerine göre ise adını üç tarafını çeviren dağlardan alıyor. Kıpçak Türkçesi’nde ‘Tavris’ dağ arası demekmiş. Kuzey İran’da bulunan bir Azeri kenti burası. Şehriyarın türbesi buradadır. İnsanları oldukça sıcak ve misafirperver.
Geçmiş zamanlarda hem politik hem de ticari açıdan bir çok önemli olaya ev sahipliği yapmış bu şehir. Uzak denizlere keşifler başlayana dek İpek Yolu üzerinde olduğundan dolayı defalarca kez istilaya uğramış. Moğollar, Türkmenler, Safeviler ve Osmanlı bu topraklarda zamanında hakimiyet kurduğundan sanat ve mimari açısından değerli eserlere ev sahipliği yapar. Bir çok şair ve mutasavvıfın yetiştiği topraklardır aynı zamanda. Tebriz Kalesi bölgedeki en önemli tarihi eserlerden. Mavi Cami, Şah gölü ise en kıymetli mekanlardan.
Güzergahımda ilk varış noktam Mavi Cami oluyor. Gök Mescid ya da Mavi Cami adını süslemelerinde kullanılan muhteşem güzellikteki çinilerinden alıyor. Bu çiniler nedeniyle takılan bir isim de ‘İslam’ın Turkuazı. En büyük özelliklerinden biri ‘Allah’ adının mavi çinilerle ve defalarca tekrarlanarak 1001 kez yazılmış olması. İçeriyi gezerken içinizi bir huzur kaplıyor, Osmanlı dönemine gittiğinizi ve az sonra içeriye bir hükümdar gireceğini sanıyorsunuz.* Daha sonra bir bir Şairler Mezarlığı’nı, Cuma Camii’ni ve İstanbul’un kapalı çarşısından aşağı kalmayan Kapalıçarşı’yı geziyorum. Orada bir tezgahın başında Zehra’yı görüyorum sanki, evet o. Beni çağırıyor ve hala halı dokuyor. Onu rahatsız etmeden yanına ilişiyorum, sessizce izlemeye koyuluyorum.
Kapalıçarşı’dan çıkıp Şah gölüne doğru yola koyuluyorum. Yolum uzun fakat hasretle beklediğim o anın içindeyim bu yüzden terk etmiyorum. Tebriz’in sarı sokaklarında pedal çeviriyorum. Yorulduğumu hissettiğim vakit kalan son gücümle pedala asılıyorum, varmak üzereyim. Ve sonunda dingin suya ulaşıyorum. Karşımda Şah Gölü, şimdi ki adıyla İslam devriminden sonra El (Halk) gölü. Bu büyük park, şehirde gürültüden ve yoğunluktan kaçmak isteyenlerin ilk adresi. Etrafı yürüyüş yolları, çay bahçeleri ve banklarla çevrili parkın ortasındaki göl aslında büyük bir havuz. Gölün ortasındaki zarif bina bir Kaçar Sarayı ve ait olduğu mimariyi çok güzel temsil ediyor. Restore edilen ve günümüzde restoran olarak kullanılan yapı bugün kıyıya bir yolla bağlı.* Düşüncelerim içinde boğulmaktan kendim kendimi zor kurtarıyorum. Bu yollardan geçen onlarca insanı, en çokta Setterhan’ı düşünüyorum.
Tarihe şahitlik etmiş ve tarih yazmış bir kent Tebriz. Osmanlı devleti ile Safaviler arasında sürekli el değişmiş olan bu topraklar 1979 yılından bu yana İran İslam Cumhuriyeti topraklarının bir parçası. Çevremdeki insanların konuşmalarını anlayabiliyorum. Burada çoğunluk Türkçe konuşuyor. Bir kaç ses duyuyorum, birisi bana sesleniyor.
Uyandım. Gerçekten saatlerce bisiklet sürmüşüm gibi yorgun, yıllardır istediğim kenti gezmişim gibi mutlu, aşığın maşuka kavuştuğu gibi huzurluyum.
Kaynakça:
0 Yorum