Toplanmıştı ahali yine aradan geçen o uzundan da uzun zamandan sonra. Çaylar doldurulmuş üstadın gelmesini bekliyorlardı dört gözle. Öyle ya, gerçekten de tabiri caize kantarın topuzunu kaçırtacak kadar ara vermişti sohbetlerine.
…
"Dünya değişir ben değişmem" edasıyla yine usul usul geliyordu karşı kaldırımdan. Aramıza yeni katılan arkadaşlar eskilerin haraketlerine anlam veremiyordu. Aynı anda çaylarımdan yudumlayıp başlarıyla üstadın gelişini izlemeye başladılar. Ama bir gariplik vardı sanki ya da bana öyle geliyordu. İçlerinde yeni bir çocuk vardı arka sıralarda, kimse de merak etmemişti üstadın geldiğini haber aldıktan sonra bu çocuğun kim olduğunu. Anlaşılan kimse tanımıyordu delikanlıyı.
Kahvehaneden içeri girerken üstad şaşkın bakışları da üzerine toplamıştı. Geçen zaman onu da değiştirmiş ama mizacından hiçbir şey kaybetmemişti.
Selamını vererek masasına doğru yöneldi.
-Allah'ını seven yerinden kalkmasın…
Üstad hafif bir tebessüm ile ahaliyi süzüp, usulca altı köşe kasketini çıkarıp hemen sol yanına koydu. Gözleri gülüyordu etrafı süzerken, eski tanıdıkları görmek sevindirmişti ama yeni arkadaşları da aralarında görmek ziyadesiyle mutlu etmişti üstadı. Aslında geçen zaman pek bir şey değiştirmemişti yeni katılan arkadaşlardan başka. Yine herkes sanki hipnoz olmuşcasına izliyordu. Bir tek o sondaki yeni çocuk başı önde ellerini kenetlemiş vaziyette bekliyordu. Dikkat çekmemesi enteresandı çünkü burası küçük bir mahalleydi ve herkes birbirini iyi tanırdı.
Üstad başını biraz daha kaldırarak;
"Sen de hoş geldin Yusuf" dedi en arkadaki çocuğa gülümseyerek, ahaliye de "Hadi soğutmayın çaylarınızı"
…
Ahali buz gibi olmuş çaylarını tereddüt etmeden yudumlarken bazıları da arka sıradaki Yusuf'u süzüyordu göz ucuyla…
Ahalinin içinden;
-"Bu O mu?" diye sordu merakından. Hem yabancıydı hem de üstadın anlattığı gibi sarışın ve mağrur. Üstad;
"Ne fark eder, O ya da değil, içimizden biri işte…"
Ahali bu cevap karşısında biraz sersemlemişti, çünkü ilk defa bu tonda bir cevap alıyorlardı. Bazıları haliyle içerlemişti aldıkları cevaba. Üstada yakın ön sıradan Hikmet;
-"De hele Üstad, O mu değil mi?" Yine bir sessizlik kaplamıştı kahvehaneyi ve oturuşunu düzelterek hafifde dikilerek ellerini kavuşturdu üstad.
-"Ne fark eder ki! Hepimiz kendi içimize döndüğümüzde, dinlediğimizde yahut vicdanımızı birer Yusuf değil miyiz?"
…
Hikmet, bir dokun bin ah işit şerbetinde aldığı bu cevap karşısında bırakın yutkunmayı uzunca bir süre nefes almayı dahi unutmuştu, öyle okkalıydı üstadın tavrı. Anlaşılan bu günkü sohbet epey derin olacaktı. Olmalıydı da aslında bir çoğuna göre, çünkü aradan geçen zamanda çok sular akmıştı gönül köprülerinin altından…
"Farkında mısınız sizde çocuklar?" dedi üstad durgun bir şekilde. Ahalinin yüzünde şaşkın bir ifade, bazılarında tebessüm ve yine ters köşe yapacaktı galiba çünkü zerre fikirleri yoktu, üstadın fark edipte kendilerinin fark edemediği şeyle ilgili.
"Burası fazlasıyla sessiz değil mi? hiç mi birşeyler dinlemezsiniz siz"
Tam da düşündükleri gibiydi üstadın sorusu, kontrüpiyede kalmıştılar ve şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlardı gülümseyerek. Üstad saatine şöyle bir baktı, onu gören ahali de istemsizce saatine baktı. Tam da saat üç olmuştu.
"Rıza; aç bakalım şu dilsiz radyoyu, ses olsun tüm suskunlara…"
Rıza, elineki bardakları tezgahın üzerine bıraktıktan sonra rafın üzerinde duran radyoya yöneldi. Önce üzerindeki örtüyü kaldırdı, yıllardan sonra ilk defa sesi çıkacaktı. Biraz da tedirgin bir şekilde fişini pirize taktı. Nihayetinde çalışmama ihtimali de vardı ama çalıştı hergele. Küçük bir dalga ayarından sonra ses gelmeye başladı ve kulaklarda o melodi… "Ne kadar az yol almışım, ne kadar az, yolun başındaymışım meğer… Minik Serçe
17:21 saat ve onca sohbetin üzerine üstadın üzerinde en ufak bir yorgunluk belirtisi yok. Hayret! Oysa ki dinleyenlerin bazılarının içi geçmiş sanki. Pür dikkat dinleyen ön taraftakiler kalmış mütemadiyen, ha bir de Sarışın Çocuk…
Üstad bazen uzun aralar veriyordu sohbetler arasında. Yeri geliyor aylarca görünmüyordu. Döndümü de o kadar çok şey anlatıyordu ki, bazıları bunları yaşayıp geldiğini bile düşünüyordu. Haksız da değillerdi, yaşanmamış hiç birşey nasıl anlatılır ki!
…
Bir yudum daha çekti soğuyan çayından ve ardından;
– İnsan bazen geceyi özler çocuklar, gecenin içinde bile geceyi özler. Belki eski geceleri gelir, belki de gecede gelmeyen gelir aklına. Zaten bütün bun uykusuzluklar değil miydi onun hatırına…
"Uzaktan daha yakın bir zamanda" diye başladı iç çekerek;
– Günlerin en uykusuz, zamanın da bir o kadar uzun olduğu dönemdi ve aylarda soğuk mu soğuk Kasım. Kadın pek de umursamyor ama yine de sobaya bir kaç odun parçası atıyor tavana vuran ışığı için, kim bilir yalnızlığına yoldaş ediyor üç beş odun alevini. Oturduğu canım kenarından dışarıyı izliyor sanki birini beklermişcesine…
…
Bir Yorum